Filmde ana karakterin lucid rüyasında farklı insanlar ve düşüncelerle yaptığı diyalogları izliyoruz. İlgimi çeken sahneler hakkındaki düşüncelerimi aşağıda sahne sahne ayırarak yazdım.
Tekneden bozma arabadaki yolculuk sahnesinde sürücünün verdiği mesaj ilginçti. Burada, biraz klişeye de kaçarak, yolculuğu hayat için bir metafor olarak kullanabiliriz. Hayatı “akışına” bırakmalı ve bir açıklama peşinde koşmaktansa açıklamasının olmadığını kabul etmeliyiz. Var oluşumuzun aksini, yani yokluğu, tahayyül ve bir başkasının var oluşunu da tam anlamıyla idrak edemeyeceğimizden var oluşun kişiye dair bir farkındalık olduğunu söyleyebiliriz.
Profesörün dersi sahnesinde Profesör postmodernizmin insana bakış açısına karşı çıkıyor. Buna göre postmodernistler insanı sosyal bir yapı, belli güçlerin kesişiminden oluşan bir varlık olarak görüyor. Yani var oluşunda söz hakkı olmayan insanın özgür iradesi de olmuyor. Kişinin, kendisi üzerinde söz hakkı olmadığından benliği de kendine bağlı olmuyor. Varoluşçuluk ise önce varlığın olduğunu ve bunun üzerinden kişinin kendi seçimleriyle benliğini yarattığını savunuyor. Yani varoluşçuluk aslında umutsuzluğu değil tam aksine insanın hayatını kendi ellerine almasını çağrıştırıyor.
Sarışın kadınla konuştuğu sahnede dilin oluşumundaki ve gelişimindeki etkenin sadece temel ihtiyaçları karşılamaya yönelik sesler çıkarmak olmadığından bahsediyor. Soyut kavramları birbirimizle paylaşabilmemiz bunu gösteriyor. Örneğin birine karşı hissettiğimiz aşk duygusunun başka birince aynı şekilde hissedilmesi imkansız olsa da “aşk” kelimesi üzerine toplumsal bir uzlaşı sağlamamız dilin ruhani yönünü de gösteriyor.
Kendini yakan erkek sahnesinde, güç odakları ve medyanın amacının; istenmeyen olayları engellemek, onlara karşı önlem almaktan çok insanları bu olaylara alıştırmak ve toplumun söz hakkını ellerinden almak olduğu savunuluyor. Oy kullanmanın göstermelik olduğundan bahsediliyor ki buna tüm kalbimle katılıyorum. Cambridge Analytica skandalında da tekrar gördüğümüz gibi kullandığımız oylar irademizi yansıtmıyor. Git gide kişiliğimiz, bireyliğimiz, incelenip ona göre yönetim politikası belirlenen verilere dönüşüyor. Bu sahnede bahsedilen medyanın bizi bunlara alıştırmasını günlük hayatımızda da görebiliyoruz: Kısmen de olsa kendi rızamızla kişisel bilgilerimizi devasa şirketlere veriyoruz. Google Maps lokasyon verilerimizi saklıyor, Facebook o gün ne hissettiğimize kadar olan kişisel verilerimizi üçüncü partilere satıyor, bu verileri analiz edip tüketici yığınına çeviriyorlar. Neyi satın alacağımızı, kime oy vereceğimizi yüksek isabetle tahmin edebiliyorlar bu şekilde. Bu verileri kendimiz veriyoruz, çünkü mecburuz. Navigasyondan, sosyal medyadan, akıllı telefonlardan, internetten vazgeçmemiz ne isteyebileceğimiz bir şey ne de mümkün. Verilerimizi saklı tutmak adına bu tür ihtiyaçlardan vaz geçmek beklenebilir bir tutum olmadığından mecburen verilerimizi paylaşıyor ve kitlesel rıza inşasının sayısız mağdurlarından biri oluyoruz.
Sahnenin sonunda kendini yakmasının sistemin dışına çıkmanın tek yolu olduğunu simgelediğini düşünüyorum.
Sahnenin sonunda kendini yakmasının sistemin dışına çıkmanın tek yolu olduğunu simgelediğini düşünüyorum.
Yatak sahnesinde bahsedilen gerçeklik algısı içinden çıkılmaz bir labirent bence. Evet, her şey yaşlı bir kadının rüyası olabilir ancak bunu temel olarak alıp üzerine düşünce inşası yapmanın bir sonuca ulaştıracağını sanmıyorum. Her şey rüya olabilir, evreni ezeli ve ebedi bir şey yaratmış olabilir, Uçan Spagetti Canavarı bile gerçek olabilir. Ancak bunlar yanlışlanamaz ve bir şeyin bilimsel olabilmesi için yanlışlanabilmesi gerekir. Yanlışlanamayan şeyin aksi de ispat edilemeyeceğine göre bu konu hakkında fikir üretmek sonuçsuz bir çabaya dönüşür.
Gözlüklü erkek sahnesinde özgür iradenin olmadığı savunuluyor. Buna katılıyorum. Her şeyi hesaplayabilseydik, tüm değişken ve etkenlerin sonuçlarını hesaplayabilseydik yaptığımız seçimlerin aslında seçim değil zorunluluk olduğunu görebilirdik.
Bar sahnesi… Buradaki bireysel silahlanma konusu bana ülkeler arası silahlanma yarışını ve idam cezasını düşündürttü. Silah yarışının da idam cezasının da temel amacı caydırıcılık ve ikisinde de yapılan hatanın geri döndürülemezliği var. Barmeni yanlışlıkla yaralaması ve yaralı barmenin erkeğin başına ateş etmesi ve ikisinin de ölmesi Dr. Strangelove’daki absürt nükleer savaşa benziyor.
Hapishane sahnesi… Bu sahnede kendine haksızlık yapıldığına inanan antisosyal bir karakterin işkence fantezilerini izliyoruz. Hak ettiği yerde olmasına rağmen bunun ayırdına varamamış bir halde kendine haksızlık yaptığını düşündüğü insanlardan intikam almayı hayal ediyor. Bu bana kendisinin, eylemlerinin sonuçlarının farkında olmadığını düşündürtüyor. Peki böyle bir ayrımı yapamayan insan cezalandırılmalı mı?
İki kadının bir kafede konuştuğu sahnede “hücrelerimiz yedi yılda bir yenileniyor” cümlesi bana Theseus’un Gemisi’ni anımsattı. Geminin tüm parçalarının değişmesi onu farklı bir gemi yapar mı? İnsanın tüm hücrelerinin belli bir süreden sonra yenilenmiş olması onu farklı bir insan yapar mı? Bütün, parçalarından bağımsız mıdır?