Le temps du loup (2003)

Filmde kıtlık ve anarşi, iki çocuklu bir aile üzerinden anlatılıyor. Şehirden kaçıp evlerine dönen Laurent ailesi, evlerinin başka bir aile tarafından işgal edilmiş olduğunu görüyor. Silahlı işgalci aile, Laurent ailesini silah zoruyla evden kovmaya çalışıyor. Georges Laurent bulundukları yerin özel mülk olduğunu ve bunu yapmaya haklarının olmadığını belirtiyor ancak bu sözler silahlı aileyi hiçbir şekilde etkilemiyor; çünkü ortada bir devlet düzeni yok, yani korkacakları büyük bir güç yok. Bunun üzerine Georges, silahlı erkekle pazarlık yapmaya girişiyor. Evde hep beraber yaşayabileceklerini, düşman olmadıklarını anlatmaya çalışsa da kaostan gelen güvensizlik ve herkesin herkese karşı sürekli savaş halinde olması baskın çıkıyor ve Georges sözünü bitiremeden öldürülüyor. Silahlı erkek; Anne ve çocuklarını evden kovuyor. Bunun üzerine Anne, tanıdıklarının evlerine gidiyor, bir süre orada kalmaya çalışsa da oradan da ayrılması gerekiyor. Burada evlerinde kaldıkları kişiyle olan konuşması dikkat çekiyor: Anne, kocası Georges’un işgalci aile tarafından öldürüldüğünü ve evlerinin işgal edildiğini anlatıyor. Konuştuğu kişinin görevinin onları korumak olduğunu söylüyor. Bunun üzerine konuştuğu kişi “Durumun ne olduğunun farkında değil misin? Yoksa sadece aptalı mı oynuyorsun?” diyor. Bu konuşmadan ortada bir devlet düzeninin kalmadığını, toplumsal yaşamın insanlara artık herhangi bir anlam ifade etmediğini ve herkesin kendi başının çaresine bakması gerektiği anlayışının insanların zihinlerine yerleştiğini görüyoruz. Bu konuşmadan sonra evden kovulan Anne ve çocukları evden ayrılıp bir ahıra sığınıyorlar. Bir gece Eva, Anne’i uyandırıp Benny’nin kaybolduğunu söylüyor, Benny’yi ancak sabaha karşı yabancı bir çocuğun yanında bulabiliyorlar. (Bu sırada ahır da yanıyor ve Anne bu sebeple Eva’ya tokat atıyor.) Ailenin yabancı çocukla ilk karşılaşmasındaki güvensizlik de dikkat çekiyor burada. Anne, yabancı çocuğun yarasına bakarken nereden geldiğini soruyor çocuğa. Çocuğun cevabı ise havadan sudan bir sohbetin bile insanların yaşamlarından silinmeye başladığını gösteriyor bize. Anne, çocukları ve yabancı çocuk birlikte tren istasyonunun yolunu tutuyorlar. Tren bir umut gibi görünüyor, bu trene binip daha güvenli daha stabil bir yere gitmeyi umuyor Anne. İstasyona vardıklarında orada başka insanların da beklediğini görüyorlar. Yabancı çocuk bir şey çalmaya yelteniyor ama oradakilerden biri onu durduruyor. Koslowski ve diğerleri geldiğinde bir kadın hırsızlık teşebbüsünden bahsediyor. Eşyası çalınan Brandt konuyla ilgilenmese de Koslowski olayın üstüne gidiyor ve kurallara uyulması gerektiğinden bahsediyor. Brandt bu güç gösterisini Koslowski’nin belindeki silaha bağlıyor. Filmin bu kısmından sonra Koslowski’nin lider rolünü görebiliyoruz. Buradaki liderlik seçimle, genel iradeyle değil zor kullanmaya dayanıyor. Koslowski bağlantıları sayesinde erzak edinebiliyor ve daha da önemlisi Koslowski’nin silahı var. Koslowski gücünü adil kullanmıyor, bir görev bilinciyle yapmıyor ve gayesi kesinlikle hizmet değil; diğer herkes gibi sadece kendini düşünüyor. Koslowski’yi şartların yarattığını düşünüyorum. Burada Thomas Hobbes’un Leviathan’ından 13. bölümdeki bir parçayı alıntılamam gerekiyor:

“Devlet olmadıkça herkes herkese karşı daima savaş halindedir. […] insanlar hepsini birden korku altında tutacak genel bir güç olmadan yaşadıkları vakit, savaş denilen o durumun içindedirler ve bu savaş herkesin herkese karşı savaşıdır. […] savaşın doğası da çarpışma eyleminden ibaret olmayıp, tersine bir güvencenin bulunmadığı, çarpışmaya yönelik kesinleşmiş eğilimden oluşur. Bunun dışındaki bütün zamanlarda barış vardır.”

Filmde Thomas Hobbes’un insanın doğa durumu hakkındaki düşünceleri açıkça yansıtılıyor. Herkes herkesle sürekli savaş halinde, toplumsal yaşam bitmiş, herkesin sınırsız özgürlüğü var ve ortada herkesi korkutacak bir güç de yok. Thomas Hobbes’un da belirttiği gibi böyle bir ortamda, çalışmaya yer yoktur; çünkü çalışmanın karşılığı belirsiz ve hepsinden kötüsü, hep şiddetli ölüm korkusu ve tehlikesi vardır ve insan hayatı yalnız, yoksul, kötü, vahşi ve kısa sürer. Böyle bir ortamda tren istasyonu sakinlerinin barış ve güven içinde yaşamak için bazı haklarını Koslowski’ye devredip mini bir Leviathan yaratmaları anlaşılabilir bir şeydir.

Filmin sonraki kısmında Brandt’in eşinin, bulundukları durumun ümitsizliğine öfkelenip etrafa saldırdığını görüyoruz. Burada Brandt’in tepkisi dikkat çekiyor. Yabancı çocuğa, eşyasını çalmasına rağmen, tepki göstermeyen ve makul birine benzeyen Brandt eşine tokat atabiliyor ve öldürmekle tehdit edebiliyor. Bu ve Anne’in Eva’ya tokat atmasını birleştirecek olursak aslında herkesin gücü yettiği kişiler üzerinde egemenlik kurmaya çalıştığını çıkarabiliriz. Leviathan’ın aynı kısmındaki şu parça da bunu destekliyor gibi:

“[…] ve hakir görme veya küçümsenme belirtileri gördüğünde ise, doğal olarak, cesaret edebildiği kadar (ki bu cesaret, insanları barış içinde tutacak bir gücün yokluğunda, herkesi birbirine saldırtmaya yetecek kadar büyüktür) kendisini küçümseyenlerden, zarar vererek, başkalarından da korkutma yoluyla daha büyük bir değer koparmaya çalışır.”

Bundan sonraki kısımda tren istasyonuna başka insanların da geldiğini ve böylece istasyonun kalabalıklaştığını görüyoruz. Bu sırada Anne ve istasyona yeni gelen bir kadın arasında kısa ama ilginç bir mülkiyet tartışması yaşanıyor. Anne, kadının bulunduğu yerin kendilerine ait olduğunu iddia ediyor. Burada absürt bir mülkiyet anlayışı var sanki. Anne’in istasyona gelip o yeri sahiplenmesinin üzerinden daha bir hafta bile geçmemiş, o yeri hak etmek için yaptığı tek şey ise o yeri yeni gelen kadından kısa bir süre önce kapmak ancak buna rağmen daha önce hiç kimseye ait olmayan bir yerin mülkiyetinin sırf kendisi birkaç gün önce geldi diye kendisine ait olduğunu hiçbir mantıklı dayanağı olmaksızın iddia edebiliyor. Bu da J. J. Rousseau’nun bir toprak parçasını çitle çevreleme sözünü hatırlatıyor. Neyse ki yeni gelen kadın buna inanacak kadar saf biri çıkmıyor ve Anne başka bir uygar toplumun kuruluşunun sebebi olmaktan kurtuluyor.
Hayat sürekli bir ıstırap, insan bitmek bilmez bir yaşam mücadelesi veriyor ve her an yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış bir durumda. Kimse kimseye güvenmiyor, çünkü güvenmemesi gerekiyor daha uzun yaşayabilmesi için. Gücü yeten gücünün yettiği kişiden bir şeyler elde etmeye çalışıyor ve zayıfları koruyacak daha büyük bir güç yok.  Barış ve güvenliğin olmadığı böyle bir ortamda insan hakları fikri de hiçbir şey ifade etmiyor. Bu da insan haklarının aslında devlet ve toplumun güvencesine bağlı olduğunu gösteriyor. İnsanlar böyle yaşamaktansa bir araya gelip, istemeden de olsa, belli başlı tavizler vererek kendilerine güvenlik ve bir çeşit garanti sağlıyorlar. Birlikte üretip gelişmek için değil de ayrı ayrı yok olmamak için toplum içinde yaşamak zorunda kalıyorlar bu şekilde. Küçük güç odakları kuruluyor ve bunlar git gide kendilerinden daha büyük güçlerle yer değişiyor. Bu güç odakları büyüdükçe topluma güven de artıyor. Buna Anne’in istasyona sonradan gelen insanların liderlerine kocasını öldüren adamı şikâyet etmesini ve vardığı kararı beğenmese de kabullenmek zorunda kalmasını örnek olarak gösterebiliriz.

Sonuç olarak, bana göre filmde bir devlet düzeninin olmadığı durumdaki insanın doğa hali ve bunun insanları toplumsal sözleşmeye nasıl yönelttiği Thomas Hobbes’un toplumsal sözleşme görüşü üzerinden anlatılıyor.