“Devlet olmadıkça herkes herkese karşı daima savaş halindedir. […]
insanlar hepsini birden korku altında tutacak genel bir güç olmadan yaşadıkları
vakit, savaş denilen o durumun içindedirler ve bu savaş herkesin herkese karşı
savaşıdır. […] savaşın doğası da çarpışma eyleminden ibaret olmayıp, tersine
bir güvencenin bulunmadığı, çarpışmaya yönelik kesinleşmiş eğilimden oluşur.
Bunun dışındaki bütün zamanlarda barış vardır.”
Filmde Thomas Hobbes’un insanın doğa
durumu hakkındaki düşünceleri açıkça yansıtılıyor. Herkes herkesle sürekli
savaş halinde, toplumsal yaşam bitmiş, herkesin sınırsız özgürlüğü var ve
ortada herkesi korkutacak bir güç de yok. Thomas Hobbes’un da belirttiği gibi böyle
bir ortamda, çalışmaya yer yoktur; çünkü çalışmanın karşılığı belirsiz ve hepsinden
kötüsü, hep şiddetli ölüm korkusu ve tehlikesi vardır ve insan hayatı yalnız,
yoksul, kötü, vahşi ve kısa sürer. Böyle bir ortamda tren istasyonu
sakinlerinin barış ve güven içinde yaşamak için bazı haklarını Koslowski’ye
devredip mini bir Leviathan yaratmaları anlaşılabilir bir şeydir.
Filmin sonraki kısmında Brandt’in
eşinin, bulundukları durumun ümitsizliğine öfkelenip etrafa saldırdığını
görüyoruz. Burada Brandt’in tepkisi dikkat çekiyor. Yabancı çocuğa, eşyasını
çalmasına rağmen, tepki göstermeyen ve makul birine benzeyen Brandt eşine tokat
atabiliyor ve öldürmekle tehdit edebiliyor. Bu ve Anne’in Eva’ya tokat atmasını
birleştirecek olursak aslında herkesin gücü yettiği kişiler üzerinde egemenlik
kurmaya çalıştığını çıkarabiliriz. Leviathan’ın aynı kısmındaki şu parça da
bunu destekliyor gibi:
“[…] ve hakir görme veya küçümsenme belirtileri gördüğünde ise,
doğal olarak, cesaret edebildiği kadar (ki bu cesaret, insanları barış içinde
tutacak bir gücün yokluğunda, herkesi birbirine saldırtmaya yetecek kadar
büyüktür) kendisini küçümseyenlerden, zarar vererek, başkalarından da korkutma
yoluyla daha büyük bir değer koparmaya çalışır.”
Bundan sonraki kısımda tren
istasyonuna başka insanların da geldiğini ve böylece istasyonun kalabalıklaştığını
görüyoruz. Bu sırada Anne ve istasyona yeni gelen bir kadın arasında kısa ama ilginç
bir mülkiyet tartışması yaşanıyor. Anne, kadının bulunduğu yerin kendilerine
ait olduğunu iddia ediyor. Burada absürt bir mülkiyet anlayışı var sanki.
Anne’in istasyona gelip o yeri sahiplenmesinin üzerinden daha bir hafta bile
geçmemiş, o yeri hak etmek için yaptığı tek şey ise o yeri yeni gelen kadından
kısa bir süre önce kapmak ancak buna rağmen daha önce hiç kimseye ait olmayan
bir yerin mülkiyetinin sırf kendisi birkaç gün önce geldi diye kendisine ait
olduğunu hiçbir mantıklı dayanağı olmaksızın iddia edebiliyor. Bu da J. J.
Rousseau’nun bir toprak parçasını çitle çevreleme sözünü hatırlatıyor. Neyse ki
yeni gelen kadın buna inanacak kadar saf biri çıkmıyor ve Anne başka bir uygar
toplumun kuruluşunun sebebi olmaktan kurtuluyor.
Hayat sürekli bir ıstırap, insan bitmek
bilmez bir yaşam mücadelesi veriyor ve her an yok olma tehlikesiyle karşı
karşıya kalmış bir durumda. Kimse kimseye güvenmiyor, çünkü güvenmemesi
gerekiyor daha uzun yaşayabilmesi için. Gücü yeten gücünün yettiği kişiden bir
şeyler elde etmeye çalışıyor ve zayıfları koruyacak daha büyük bir güç
yok. Barış ve güvenliğin olmadığı böyle
bir ortamda insan hakları fikri de hiçbir şey ifade etmiyor. Bu da insan
haklarının aslında devlet ve toplumun güvencesine bağlı olduğunu gösteriyor. İnsanlar
böyle yaşamaktansa bir araya gelip, istemeden de olsa, belli başlı tavizler
vererek kendilerine güvenlik ve bir çeşit garanti sağlıyorlar. Birlikte üretip
gelişmek için değil de ayrı ayrı yok olmamak için toplum içinde yaşamak zorunda
kalıyorlar bu şekilde. Küçük güç odakları kuruluyor ve bunlar git gide
kendilerinden daha büyük güçlerle yer değişiyor. Bu güç odakları büyüdükçe
topluma güven de artıyor. Buna Anne’in istasyona sonradan gelen insanların
liderlerine kocasını öldüren adamı şikâyet etmesini ve vardığı kararı beğenmese
de kabullenmek zorunda kalmasını örnek olarak gösterebiliriz.
Sonuç olarak, bana göre filmde bir
devlet düzeninin olmadığı durumdaki insanın doğa hali ve bunun insanları
toplumsal sözleşmeye nasıl yönelttiği Thomas Hobbes’un toplumsal sözleşme
görüşü üzerinden anlatılıyor.