Zbigniew Herbert/Sözümü Verdim


Sözümü Verdim

            Fazlasıyla gençtim
ve sağduyu söyledi bana
vermememi sözümü

Kolayca söyleyebilirdim
Biraz düşüneceğimi
ne ki bu acele
tren tarifesi değil ya

            Sözümü vereceğim
mezuniyetten sonra
askerlikten sonra
yuvamı kurduktan sonra

            ama zaman patladı
önce yoktu
sonra yoktu
kör edici şimdide
seçmeliydi insan
ben de sözümü verdim

            bir söz—
bir ilmik boynuma asılı
nihai bir söz

            nadir bazı anlarda
her şey aydınlık
ve saydamlaşırken
kendi kendime düşünürüm
“sözüm
ne kadar isterdim
sözümü almayı geri”

pek fazla sürmüyor
gıcırdıyor ekseni dünyanın
            göçüp gidiyor insanlar
manzaralar da
ve renkli halkaları zamanın
ama verdiğim söz
boğazımda tıkalı

Devamını Oku Canım »

Le temps du loup (2003)

Filmde kıtlık ve anarşi, iki çocuklu bir aile üzerinden anlatılıyor. Şehirden kaçıp evlerine dönen Laurent ailesi, evlerinin başka bir aile tarafından işgal edilmiş olduğunu görüyor. Silahlı işgalci aile, Laurent ailesini silah zoruyla evden kovmaya çalışıyor. Georges Laurent bulundukları yerin özel mülk olduğunu ve bunu yapmaya haklarının olmadığını belirtiyor ancak bu sözler silahlı aileyi hiçbir şekilde etkilemiyor; çünkü ortada bir devlet düzeni yok, yani korkacakları büyük bir güç yok. Bunun üzerine Georges, silahlı erkekle pazarlık yapmaya girişiyor. Evde hep beraber yaşayabileceklerini, düşman olmadıklarını anlatmaya çalışsa da kaostan gelen güvensizlik ve herkesin herkese karşı sürekli savaş halinde olması baskın çıkıyor ve Georges sözünü bitiremeden öldürülüyor. Silahlı erkek; Anne ve çocuklarını evden kovuyor. Bunun üzerine Anne, tanıdıklarının evlerine gidiyor, bir süre orada kalmaya çalışsa da oradan da ayrılması gerekiyor. Burada evlerinde kaldıkları kişiyle olan konuşması dikkat çekiyor: Anne, kocası Georges’un işgalci aile tarafından öldürüldüğünü ve evlerinin işgal edildiğini anlatıyor. Konuştuğu kişinin görevinin onları korumak olduğunu söylüyor. Bunun üzerine konuştuğu kişi “Durumun ne olduğunun farkında değil misin? Yoksa sadece aptalı mı oynuyorsun?” diyor. Bu konuşmadan ortada bir devlet düzeninin kalmadığını, toplumsal yaşamın insanlara artık herhangi bir anlam ifade etmediğini ve herkesin kendi başının çaresine bakması gerektiği anlayışının insanların zihinlerine yerleştiğini görüyoruz. Bu konuşmadan sonra evden kovulan Anne ve çocukları evden ayrılıp bir ahıra sığınıyorlar. Bir gece Eva, Anne’i uyandırıp Benny’nin kaybolduğunu söylüyor, Benny’yi ancak sabaha karşı yabancı bir çocuğun yanında bulabiliyorlar. (Bu sırada ahır da yanıyor ve Anne bu sebeple Eva’ya tokat atıyor.) Ailenin yabancı çocukla ilk karşılaşmasındaki güvensizlik de dikkat çekiyor burada. Anne, yabancı çocuğun yarasına bakarken nereden geldiğini soruyor çocuğa. Çocuğun cevabı ise havadan sudan bir sohbetin bile insanların yaşamlarından silinmeye başladığını gösteriyor bize. Anne, çocukları ve yabancı çocuk birlikte tren istasyonunun yolunu tutuyorlar. Tren bir umut gibi görünüyor, bu trene binip daha güvenli daha stabil bir yere gitmeyi umuyor Anne. İstasyona vardıklarında orada başka insanların da beklediğini görüyorlar. Yabancı çocuk bir şey çalmaya yelteniyor ama oradakilerden biri onu durduruyor. Koslowski ve diğerleri geldiğinde bir kadın hırsızlık teşebbüsünden bahsediyor. Eşyası çalınan Brandt konuyla ilgilenmese de Koslowski olayın üstüne gidiyor ve kurallara uyulması gerektiğinden bahsediyor. Brandt bu güç gösterisini Koslowski’nin belindeki silaha bağlıyor. Filmin bu kısmından sonra Koslowski’nin lider rolünü görebiliyoruz. Buradaki liderlik seçimle, genel iradeyle değil zor kullanmaya dayanıyor. Koslowski bağlantıları sayesinde erzak edinebiliyor ve daha da önemlisi Koslowski’nin silahı var. Koslowski gücünü adil kullanmıyor, bir görev bilinciyle yapmıyor ve gayesi kesinlikle hizmet değil; diğer herkes gibi sadece kendini düşünüyor. Koslowski’yi şartların yarattığını düşünüyorum. Burada Thomas Hobbes’un Leviathan’ından 13. bölümdeki bir parçayı alıntılamam gerekiyor:

“Devlet olmadıkça herkes herkese karşı daima savaş halindedir. […] insanlar hepsini birden korku altında tutacak genel bir güç olmadan yaşadıkları vakit, savaş denilen o durumun içindedirler ve bu savaş herkesin herkese karşı savaşıdır. […] savaşın doğası da çarpışma eyleminden ibaret olmayıp, tersine bir güvencenin bulunmadığı, çarpışmaya yönelik kesinleşmiş eğilimden oluşur. Bunun dışındaki bütün zamanlarda barış vardır.”

Filmde Thomas Hobbes’un insanın doğa durumu hakkındaki düşünceleri açıkça yansıtılıyor. Herkes herkesle sürekli savaş halinde, toplumsal yaşam bitmiş, herkesin sınırsız özgürlüğü var ve ortada herkesi korkutacak bir güç de yok. Thomas Hobbes’un da belirttiği gibi böyle bir ortamda, çalışmaya yer yoktur; çünkü çalışmanın karşılığı belirsiz ve hepsinden kötüsü, hep şiddetli ölüm korkusu ve tehlikesi vardır ve insan hayatı yalnız, yoksul, kötü, vahşi ve kısa sürer. Böyle bir ortamda tren istasyonu sakinlerinin barış ve güven içinde yaşamak için bazı haklarını Koslowski’ye devredip mini bir Leviathan yaratmaları anlaşılabilir bir şeydir.

Filmin sonraki kısmında Brandt’in eşinin, bulundukları durumun ümitsizliğine öfkelenip etrafa saldırdığını görüyoruz. Burada Brandt’in tepkisi dikkat çekiyor. Yabancı çocuğa, eşyasını çalmasına rağmen, tepki göstermeyen ve makul birine benzeyen Brandt eşine tokat atabiliyor ve öldürmekle tehdit edebiliyor. Bu ve Anne’in Eva’ya tokat atmasını birleştirecek olursak aslında herkesin gücü yettiği kişiler üzerinde egemenlik kurmaya çalıştığını çıkarabiliriz. Leviathan’ın aynı kısmındaki şu parça da bunu destekliyor gibi:

“[…] ve hakir görme veya küçümsenme belirtileri gördüğünde ise, doğal olarak, cesaret edebildiği kadar (ki bu cesaret, insanları barış içinde tutacak bir gücün yokluğunda, herkesi birbirine saldırtmaya yetecek kadar büyüktür) kendisini küçümseyenlerden, zarar vererek, başkalarından da korkutma yoluyla daha büyük bir değer koparmaya çalışır.”

Bundan sonraki kısımda tren istasyonuna başka insanların da geldiğini ve böylece istasyonun kalabalıklaştığını görüyoruz. Bu sırada Anne ve istasyona yeni gelen bir kadın arasında kısa ama ilginç bir mülkiyet tartışması yaşanıyor. Anne, kadının bulunduğu yerin kendilerine ait olduğunu iddia ediyor. Burada absürt bir mülkiyet anlayışı var sanki. Anne’in istasyona gelip o yeri sahiplenmesinin üzerinden daha bir hafta bile geçmemiş, o yeri hak etmek için yaptığı tek şey ise o yeri yeni gelen kadından kısa bir süre önce kapmak ancak buna rağmen daha önce hiç kimseye ait olmayan bir yerin mülkiyetinin sırf kendisi birkaç gün önce geldi diye kendisine ait olduğunu hiçbir mantıklı dayanağı olmaksızın iddia edebiliyor. Bu da J. J. Rousseau’nun bir toprak parçasını çitle çevreleme sözünü hatırlatıyor. Neyse ki yeni gelen kadın buna inanacak kadar saf biri çıkmıyor ve Anne başka bir uygar toplumun kuruluşunun sebebi olmaktan kurtuluyor.
Hayat sürekli bir ıstırap, insan bitmek bilmez bir yaşam mücadelesi veriyor ve her an yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış bir durumda. Kimse kimseye güvenmiyor, çünkü güvenmemesi gerekiyor daha uzun yaşayabilmesi için. Gücü yeten gücünün yettiği kişiden bir şeyler elde etmeye çalışıyor ve zayıfları koruyacak daha büyük bir güç yok.  Barış ve güvenliğin olmadığı böyle bir ortamda insan hakları fikri de hiçbir şey ifade etmiyor. Bu da insan haklarının aslında devlet ve toplumun güvencesine bağlı olduğunu gösteriyor. İnsanlar böyle yaşamaktansa bir araya gelip, istemeden de olsa, belli başlı tavizler vererek kendilerine güvenlik ve bir çeşit garanti sağlıyorlar. Birlikte üretip gelişmek için değil de ayrı ayrı yok olmamak için toplum içinde yaşamak zorunda kalıyorlar bu şekilde. Küçük güç odakları kuruluyor ve bunlar git gide kendilerinden daha büyük güçlerle yer değişiyor. Bu güç odakları büyüdükçe topluma güven de artıyor. Buna Anne’in istasyona sonradan gelen insanların liderlerine kocasını öldüren adamı şikâyet etmesini ve vardığı kararı beğenmese de kabullenmek zorunda kalmasını örnek olarak gösterebiliriz.

Sonuç olarak, bana göre filmde bir devlet düzeninin olmadığı durumdaki insanın doğa hali ve bunun insanları toplumsal sözleşmeye nasıl yönelttiği Thomas Hobbes’un toplumsal sözleşme görüşü üzerinden anlatılıyor.

Devamını Oku Canım »

W. H. Auden/Funeral Blues

Funeral Blues

Stop all the clocks, cut off the telephone,
Prevent the dog from barking with a juicy bone,
Silence the pianos and with muffled drum
Bring out the coffin, let the mourners come.

Let aeroplanes circle moaning overhead
Scribbling on the sky the message ‘He is Dead’.
Put crepe bows round the white necks of the public doves,
Let the traffic policemen wear black cotton gloves.

He was my North, my South, my East and West,
My working week and my Sunday rest,
My noon, my midnight, my talk, my song;
I thought that love would last forever: I was wrong.

The stars are not wanted now; put out every one,
Pack up the moon and dismantle the sun,
Pour away the ocean and sweep up the wood;
For nothing now can ever come to any good.
Devamını Oku Canım »

W. H. Auden/Funeral Blues


Durdurun tüm saatleri, telefonu kesin,
Havlatmayın köpeği ardından leziz kemiğin,
Piyanoları susturun ve boğuk davullarla
Tabutu getirin, bırakın gelsin yaslılar.

Daireler çizsin uçaklar inleyerek gökte
Çizsinler gökyüzünde “O Öldü” diye.
Siyah fiyonklar bağlayın beyaz boyunlarına özgür güvercinlerin,
Trafik polisleri de siyah pamuklu eldivenler giysin.

Kuzey’imdi benim, Güney’im, Doğu’m, Batı’m,
İş günlerim ve Pazar istirahatım,
Öğlem, gecem, konuşmam, şarkım;
Bu aşk sonsuza kadar sürer sandım: Yanıldım.

Yıldızlar istenmiyor artık; hepsini söndürün,
Ay’ı paketleyin ve sökün Güneş’i,
Boşaltın okyanusu ve ormanı süpürün;
Çünkü hiçbir şey göremez artık iyiyi.

Devamını Oku Canım »

Federico Garcia Lorca/The Faithless Wife

The Faithless Wife

So I took her to the river
believing she was a maiden,
but she already had a husband.
It was on St. James night
and almost as if I was obliged to.
The lanterns went out
and the crickets lighted up.
In the farthest street corners
I touched her sleeping breasts
and they opened to me suddenly
like spikes of hyacinth.
The starch of her petticoat
sounded in my ears
like a piece of silk
rent by ten knives.
Without silver light on their foliage
the  trees had grown larger
and a horizon of dogs
barked very far from the river.

Past the blackberries,
the reeds and the hawthorne
underneath her cluster of hair
I made a hollow in the earth
I took off my tie,
she too off her dress.
I, my belt with the revolver,
She, her four bodices.
Nor nard nor mother-o'-pearl
have skin so fine,
nor does glass with silver
shine with such brilliance.
Her thighs slipped away from me
like startled fish,
half full of fire,
half full of cold.
That night I ran
on the best of roads
mounted on a nacre mare
without bridle stirrups.

As a man, I won't repeat
the things she said to me.
The light of understanding
has made me more discreet.
Smeared with sand and kisses
I took her away from the river.
The swords of the lilies
battled with the air.

I behaved like what I am,
like a proper gypsy.
I gave her a large sewing basket,
of straw-colored satin,
but I did not fall in love
for although she had a husband
she told me she was a maiden
when I took her to the river.
Devamını Oku Canım »

Leonard Cohen/Two Went To Sleep

Two Went To Sleep

Two went to sleep
almost every night
one dreamed of mud
one dreamed of Asia
visiting a zeppelin
visiting Nijinsky

Two went to sleep
one dreamed of ribs
one dreamed of senators

Two went to sleep
two travelers

The long marriage
in the dark

The sleep was old
the travelers were old
one dreamed of oranges
one dreamed of Carthage

Two friends asleep
years locked in travel

Good night my darling
as the dreams waved goodbye
one traveled lightly
one walked through water
visiting a chess game
visiting a booth
always returning
to wait out the day

One carried matches
one climbed a beehive
one sold an earphone
one shot a German

Two went to sleep
every sleep went together
wandering away
from an operating table
one dreamed of grass
one dreamed of spokes
one bargained nicely
one was a snowman
one counted medicine
one tasted pencils
one was a child
one was a traitor
visiting heavy industry
visiting the family

Two went to sleep
none could foretell
one went with baskets
one took a ledger
one night happy
one night in terror

Love could not bind them

Fear could not either
they went unconnected
they never knew where
always returning
to wait out the day
parting with kissing
parting with yawns
visiting Death till
they wore out their welcome
visiting Death till
the right disguise worked

Leonard Cohen - 1964

















Devamını Oku Canım »

Kierkegaard/The Crowd is Untruth




"A crowd -not this or that, one now living or long dead, a crowd of the lowly or of nobles, of rich or poor, etc., but in its very concept- is untruth, since a crowd either renders the single individual wholly unrepentant and irresponsible, or weakens his responsibility by making it a fraction of his decision."
Devamını Oku Canım »

Şeyh Fethullah Hamidi

1915’te midyat’ın aynvert köyünde süryanilerin bir katliama kurban gitmesini engellemiş ve arabuluculuk yapıp barışı sağlamış.

william dalrymple’ın from the holy mountain kitabından:

“it was mar hadbashabo who saved us!” shouted the old priest. “the saint was wearing white clothes and attacking at the front of the christians, throwing the muslims back from the barricades of ein wardo. at evening time he stood on the church tower. we all saw him, even the muslims, those sons of unmarried mothers! at first they tried to shoot him, thinking he was a priest, but the bullets went straight through him. then they thought he was a djinn. only towards the end of the siege, only after three years, did they realise he was a saint.” “let's go back to the beginning,” i said. “what were relations with the muslims like before the war?” “they were not good,” said the old man. “but before the war nobody was ever killed. in those days the kurds were in the hills and the christians were near the towns. we lived separately. but we were always fearful of what might happen, so as the war approached we began to sell our animals and buy guns. we had more than three thousand. they were old-fashioned matchlocks, ones that you had to light with a fuse, but they did the job. we melted down all our copper pots to make shot; the monks melted down their plate. we collected together a good stock of wheat. when the war broke out, and the turks told the kurds to go and massacre all the christians, we were ready. by night all the chris-tian villagers came to ein wardo. they came from midyat, kefr salah, arnas, bote, kefr zeh, zaz mzizah, basa brin. in the village there were about 160 houses. by the time everyone had gathered there were at least twenty families in every house. [...] we built walls between the houses so that the village looked like a fort,” he continued. “then we dug tunnels so that we could, go from house to house without getting shot by the muslims. the strongpoint was the church, and on the roof we had a cannon that we had captured from the turks in midyat. they came after fourteen days: around twelve thousand otto-man troops and perhaps thirteen thousand kurds - irregulars who just wanted to join in the plunder. any christian left outside ein wardo was killed. many were too slow and did not make it. in arnas the kurds captured thirty-five pretty girls. they locked them into the church, hoping to take them out and rape them one by one. but there was a deep well in the courtyard. all the girls chose to jump in rather than lose their virginity to the muslims.” “did your supplies last for the whole siege?' 'the first summer we were not hungry. but by the middle of the winter things began to be difficult. we ran out of salt and people became ill for the lack of it. one group of about a hundred people tried to escape at night to get some salt from midyat and enhil. they were ambushed. most of them got back, but fifteen people, including one of my brothers, never came back. that winter ı lost my sister too. she went outside the barricades to fetch wood. the muslims were hiding behind rocks. they captured her and cut her throat. that night ı found her. her head was separated from her body. ı was twelve years old then.' the old man's head dropped, and ı thought for a minute that he, like fr. tomas the previous evening, was going to burst into tears. but after a minute's silence he recovered himself, and ı asked if he had fought in the defence of ein wardo himself. 'they thought ı was too young to hold a gun, but they let me collect stones to drop down the mountain slopes. ı did my bit. there was plenty of opportunity. the first year the attack was very strong. once ı remember it was so strong that people ran away from the walls and began to retreat to the church, which was built with four very strong towers that could be held if every-thing else fell. but the monks, our leaders, threatened to shoot anyone who ran away, and in the end the defences held. 'that winter was very hard. one loaf of bread would go to each family per day, which meant that there was only one piece for each person. many were wounded, but there was only one doctor; he did what he could, but most of the wounded had to rely on the old men who knew about roots and herbal remedies. but we never gave up. we had heard that the british had landed in ıraq, and we all believed they would come to rescue us. of course nothing happened, but the hope of relief kept us from despair.' 'the christians of the west have never done anything for us,' said bedros, rolling a cigarette with his right hand, and spitting out the spare tobacco with a loud gob into the corner. 'the turks help other muslims if they are in trouble in azerbaijan or in bosnia, but the christians of europe have never shown any feelings for their brothers in the tur abdin.' 'the worst hunger was the following year,' continued the old priest, ignoring his son's interruption. 'during the siege no one could grow anything, so supplies were almost exhausted. ı remem-ber that second winter we were permanently hungry, and would eat anything: lizards, beetles, even the worms in the ground. 'but the muslims were also growing hungry, and in 1917 disease - cholera ı think - struck their camp. god willed it that we did not get the disease in ein wardo; somehow we were spared. the attacks grew less and less and gradually we became brave. at night we began to break out and attack their camp. once we attacked the ottoman barracks in midyat.' 'you can still see the bulletholes,' said yacoub. 'after three years,' continued abouna shabo, swiping at the bluebottles which were trying to settle on his face, 'they despaired of ever conquering us and said that we were being protected by our saints, mar gabriel, john the arab and especially mar hadbashabo. eventually a famous imam, sheikh fatullah of ein kaf, came to the muslim army and said he would try to make peace between the two sides. the muslims asked the sheikh to say "give up your guns," but the sheikh, who was an honourable man, advised us not to surrender all our weapons. 'ın the end we handed over three hundred of our guns. the sheikh gave us his son as a hostage and said we should kill him if the muslims broke their word. he then went on his donkey to diyarbakir and took a written order from the pasha-commander that the soldiers and the kurds should leave. ı will never forget the sight of the ottoman army taking down their tents and march-ing away down the valley towards midyat. 'we gave the sheikh back his son, saying we could not bear to kill the son of such a man, even if the ottomans did break their word. before the siege there were three kurdish families living in ein wardo. when the fighting began we sent them away, but afterwards we welcomed them back. after that we lived together in peace and had no more trouble from the muslims.'
Devamını Oku Canım »

Binalar

Sigara içmek için balkona doğru ilerlerken kendimle mantık fışkıran bir tartışmaya giriştim. Sırf bir şeyler atıştırdın diye sigara içmek zorunda değilsin, dedim, bak zaten canın da istemiyor. Gururla gülümsedim, döndüm, su içtim ve bir anda balkonda buldum kendimi. Tadı güzel ama içmesem de olurdu. Başladığım zamanlardaki gibi zevkli bir günah değil artık. Çekirdeğe dönüştü sigara. Duman eğlenceli sadece. Yani düşününce hiçbir şey eskisi gibi değil. Ayda yılda bir çok heyecanlı bir şey yapıyorum gerisi hep normal hayat. Akıp gidiyor şerefsiz. Yirmi beş olacağım neredeyse. İnsanlar böyle böyle elli, altmış, yetmiş oluyor galiba. Hayata hiç değer vermedim de sonucunun böyle olacağını da tahmin etmezdim açıkçası. İstemem yan cebime koydu hayat. Artık koymuyor da. Her şeyi geçiştirmeye başladım uzunca bir süredir. Film izlerken sıkılıyorum, müzik çok da zevk vermiyor, okumak güzel oluyor ama eh o da yoruyor artık. Azıcık yaratıcılığım vardı, ölmüş. Rüyalardan medet umuyorum. Durup durup binalara sinirleniyorum suçlusu onlarmış gibi. Binalara tüküreyim.
Devamını Oku Canım »

Aptal Olmak

Aptal olmak bazen çok yorucu olabiliyor. Rilke'nin Dua Saatleri Kitabı'nı okuyorum, harika harika dizeler var içinde, zevkten uçuyorum artık. Bir anda "Bugün ne yemek yedim?" diye düşünmeye başladım. Hatırlayamadım, kitap açık kaldı ve ben bir türlü hatırlayamadım. Dalgın dalgın dolaşmaya başladım odada, sonra mutfağa geçip su içtim ve aklımdaki tek soru: "Ne yemek yedim?" Balkona geçip bir sigara yaktım. Beynimden buhar çıkacaktı neredeyse kendimi hatırlamaya zorlamaktan. Her dumanda daha da çıldırıyorum. Ulan ben ne yedim? Tadı güzeldi ama tabağımı tam bitirmemiştim. Kola da içmiştim, kolayı sevmem. Ne yedim? Sigaram bitti, küllüğe attım ve her şey düzeldi: KARNIYARIK.
Devamını Oku Canım »

Between the Bars

Bilgisayarda müzik çalarken uykuyla uyanıklık arasındaki o harika yere girmiştim, Between the Bars çalıyordu. Yaşadığım güzel şeyler bir bir şarkıya klip oldu. Çok mutluydum ki şarkı bitince uyandım bir anda.

Uyandığıma üzülmedim, tam aksine, ihtiyaç duyduğum bir epifani yaşadım. Hayatın ne kadar karmaşık ve istediğimizde ne kadar güzel olabileceğini fark ettim bir daha. Mutluluğun ve mükemmelliğin peşinden koşmayı abartıp aşırı çabalayarak güzel şeyleri defalarca nasıl kötü anılara çevirdiğimi anladım. İç ısıtan bir anıyı yad edip hem sevinip hem üzülmenin bile güzel hissettirebilmesine şaşırdım kaldım tekrar.

Demek ki hayat, çaba sarf ederek mahvedilemeyecek kadar harika bir şey. Demek ki nefretten ve utançtan uzaklaşmalı insan olabildiğince. Eski arkadaşları da, eski aşkları da, eski benliği de kontrolsüz anmalı, iletişim kurmak için uydurduğumuz kelimelerle kategorize etmeden hissetmeliyim demek ki. Terazinin bir tarafını ağırlaştırmak yerine denge kurmayı öğrenmeliyim. Terazi benim çünkü.
Devamını Oku Canım »

Kulaklığa Bir Ağıt


Kulaklığım, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum, ku-lak-lık; dilin ucu damaktan dişlere doğru üç basamaklık bir yol alır, üçüncüsünde gelir dişlere dayanır: Ku-lak-lık…

Dün gece dalgındım sevgilim,
Balkona doğru ilerlerken karanlıkta
Yolumda olduğunu unutmuştum.

Kulaklığım…

Yabancı bir tümsek
Kaygılı bir denge kaybı
Ve o korkunç fark etmek
Söyle bana ürkek sesinle
Canın yandı mı?
Nereden bilebilirdim, ah söyle
Mavi vücuduna basacağımı

Kulaklığım, gecemin sesi…

Sen ki Cohen’la Joplin’i buluşturan Chelsea Hotel’de…
Sen, güneşli günlerdeki ekstazik yürüyüşlerimin eşlikçisi!
Nasıl da mekanik çatırdadın
Halbuki aşkımız elektronikti!

Kulaklığım, esirgeyen
Şehrin sesinden
Ve bağışlayan
Düşüncesizliğime rağmen…

Sol tarafın kırık bir kol gibi sallanıyordu,
O içten o kalın kablon…
Görünüyordu görünmemesi gereken.
Sanki… sanki evladımı yaralamıştım.
Terrible hissettim İvanmışçasına
Gözlerim yuvalarından fırlayacaktı
Kollarıma aldım seni ve kulaklarıma
sesini işitmek için
Ah o acı sesin, ah Jeff Buckley hüznü
Ama konuştun sevgilim:
Bana şarkı söyledin, yaralı.

Kulaklığım, aşk acısını dindiren…

Hatırlar mısın sahilde
Ay gökteyken dumanlıydı başımız
Herhalde üzgündük o gece,
Yenilmiştik erkenden
Öylece yenilmiştik
Ve bıkmış ve dargın ve yalnız
Bana Maggot Brain çalmıştın.
O yıldız ağlamıştı benimle
Sen ağlamıştın
Cohen dirildi mavi dudaklarında
O gece kulaklarımı öptün.

Biliyorum, yoruldun.
Varoluş sana da yaramadı, biliyorum.
Ama terk edersem seni bu durgun,
Bu sonsuz,
Bu boşluğa…

Hiçbir bebek gülümsemez dil çıkardığımızda
Hiçbir kadın ismimizi söylemez
Arkadaşlar küser bize
Ve ailemiz dağılır.

Sarhoş olamazsak tekrar
Ve Here Comes The Rain Again açamazsak
Bozulma korkusuna rağmen yağmur yağınca
Saatlerce yürümezsek bar çıkışı, gece üçte
Melekler defterimizi kapatır.

O yüzden son bir şans,
Elimde pense ve tornavida var.
Acıtacak sevgilim ama yemin ederim
Ben de acıyacağım.
Seni ölene dek seveceğim.


Devamını Oku Canım »

NEIN!

Elif Hint kocaman gözlerini, kocamanlığına yakışır şekilde, yavaş yavaş açtı. Demir parmaklıkları görünce büyük bir hata yaptığını anlayıp kocaman olduğu açıkça ortada olan gözlerini kapattı. Artık törensel şeyler yapmayacaktı.

Elif Hint, 309 santimetreydi, kocaman kulaklara ve kocaman gözlere sahipti. Kafası daha kocamandı, ayakları da kocamandı, gövdesi hepsinden kocamandı. Çoğu insan onun fil olduğunu iddia ederdi fakat Elif Hint bunu ırkçı, homofobik, cinsiyetçi ve türcü buluyordu.

Demir parmaklıklar, parmakların aksine, demirdendi ve yine parmakların aksine Elif Hint'in kıramayacağı kadar sertti. Ayrıca parmaklarla kıyaslanamayacak kadar uzundu. Tabii parmaklarla kıyaslanabilecek kadar kısa olanları da vardı ama parmak olmadığı aşikârdı.

Gördüğünüz gibi, parmak anlamsız bir kelimedir. Eğer göremediyseniz yazmayı deneyin ve konuyu dağıtmayın.

Benle uğraşmak yerine demir parmaklıkların arasından baksaydınız makyaj yapmış şişman adamları, büyük ve küçük çadırları görebilirdiniz. Ayrıca toprağı ve havayı da görebilirdiniz. Belki bulutları hatta uçan bir kuşu bile…

Yusuf Sıkalın gözlerini zorlanarak açtı. Bunun sorumlusu çapaktı ve çapağı bir buz baltasıyla öldürtemezdi. Aslında denemeye değ… Hayır, hayır…

Sıkalın altmışlı yaşlarında, 1,69 boyunda, baş düşmanı Adil Kilitler'e inat gür bıyıklı ve selefi Welat Emir Lenin'in aksine sadece sağ eli sakat olan bir diktatördü.

Adil Kilitler, pişman bir anne ve daha pişman bir babanın insanlığa tepki olarak doğan oğluydu. Çocukluğu boş ve beleş geçti. Ergenliğe girdiği gibi komünist Sıkalın'a özenerek bıyık bırakmaya çalıştı ama asla o muhteşem Sıkalın bıyıklarına ulaşamadı. Bu da Sıkalın'a kötü duygular beslemesine neden oldu. Hırslandı ve halkın en salak anını bekledi. O zamana kadar kimse büyük bir lider olacağını tahmin edememişti.

Welat Emir Lenin kel bir ölüydü.

Elif Hint uyuyamayacağını anlayınca ölmeye karar verdi. Bir süre uyuyarak ölmeye çalıştı ve uyuyakaldı ama ölemeyince uyumayı da bırakmak zorunda kaldı. Uyumayı başarmış olması onu mutlu edemedi çünkü artık ölmek istiyordu, ki tek aleti sürekli başında taşıdığı hortumdu ve bu hortum ölmekten çok sularla ilgileniyordu. Hortuma patronun kim olduğunu göstermesi gerekiyordu. Hortum bu sırada suları arzuluyordu. Hortumu demir parmaklıklara yavaşça vurdu. Hortum hatalarını anlamak yerine pişkin pişkin ıslaklığı düşünüyordu. Hortumu daha sert vurdu parmakla alakasız parmaklıklara. Hortum fışladı. Elif Hint daha sert vurdu. Hortum fışlamanın suyla ilgisi olmadığına karar verip şşşladı. Elif Hint daha sert vurdu. Hortum taşa çarpan damlayı düşünerek şıpladı. Elif Hint bir acı hissetti ve şiddet eylemlerini bıraktı. Hortum da derin su hayallerine daldı. Bu sırada çingene standartlarına göre giyinen bir çingene gösterinin başlamak üzere olduğunu ve Elif Hint'le stilini paylaşması gerektiğini düşünerek çingenemsi adımlarla demir parmaklıklara yaklaşıyordu.

Hala yaklaşıyordu.

Bir çingeneye göre gayet yavaş yaklaşıyordu.

Aaa, durdu.

Neyse, çingene duradursun. Biz de Yoldaş Sıkalın'a dönelim. (Yusuf diye hitap etmek isterdim ama “Bu ne samimiyet?!” diye esip gürleyebilir ve şu an onun topraklarındayız ve bu parantezi kapatmayı reddediyorum.

Yoldaş Sıkalın son günlerde çok öfkeliydi. Aslında hayatı boyunca çok öfkeliydi hatta ana rahminde bıyıklarıyla alay eden ikiz kardeşini göbek bağıyla boğmuş ve doğduğunda babasını vatan hainliğiyle suçlamıştı. Ama son günlerde öfkeli olmasının özel bir nedeni vardı: Adil Kilitler Avrupa'yı mahvederken Sovyet topraklarına da girmiş ve Sıkalıngrad'a kadar ilerlemişti. Bıyığının onuru zedelenmişti ve bunun intikamı mutlaka alınaca…

Kapat şu parantezi! diye gürledi usulca.

Lan! dedi, gayet sakin.

Belinden modası geçmiş bir tabanca çıkardı sevecen bir halde. Çok yakışıklı olan bana doğrulttu. Kırmızı yüzü, ideolojisi gibi, çok tatlıydı.
KAPAT ŞU PARANTEZİ! diye önerdi. )]}

Adil Kilitler ordularını doğuya yollamış, ellerini hain bir sinek edasıyla ovuşturarak yeni zaferin haberini beklemekteydi. Faşist rejim sayesinde Doğu Avrupa halkı şimdiden zayıflamış, biraz deri biraz kemik kalmıştı. Kilitler'in propaganda bakanı bunu obeziteyle savaş olarak gösterdi ve insanlar, sıfır beden manyaklığına sinir olsalar da, korkunun verdiği güvenle buna inandı. Ordular sağlık ve güzellik dağıtarak Sıkalıngrad'a kadar geldi ama burada muhteşem bir soğuk ve şehrin içinde savaşmayı göze almış kıpkırmızı bir orduyla karşılaştılar. Kışlık kıyafetlerini giymeyi unutan Alman askerleri ya katledildi ya da esir alındı. Sonra esir alınanlar da katledildi. Kırmızıların çoğu öldü. 40.000 sivil öldü. Kadınlara tabii ki tecavüz edildi. Savaşın kaybedeni ölen enayilerken kazananı, şüphesiz, Sıkalın'dı.

Elif Hint kendini ucuz ve kalitesiz hissediyordu. Bunda ucuz ve kalitesiz olmasının büyük bir payı olsa da çingene kıyafetlerinin etkisi yok sayılamazdı. “Nein! Nein!” diye bağırmıştı ama yine de giymek zorunda kalmıştı. Elif Hint ırkçı veya türcü olduğunu düşünmüyordu ama çingenelerden nefret ediyor ve hepsinin imha edilmesini istiyordu. Bu onu Adil Kilitler'e ve Alman kültürüne yaklaştırmıştı gençliğinde. Varillerce bira içip Rammstein konserlerine giderdi. Berlin gecelerinin vazgeçilmezlerinden olmuştu bir anda. Partilerden ve popülerlikten bunalıp düşünmeye başladığında teninin rengini fark etti ve hak ettiği yere, çingene sirkine katılmaya karar verdi. Kahramanı Adil Kilitler'e gönülden bağlı SS subaylarından kaçmaya başlaması hayatın garip oyunlarından biriydi.

Yusuf Sıkalın, üç saatlik bıyık bakımından sonra orduları Berlin'e gönderip köse Kilitler'in kurduğu Third Reich'i yıkmanın iyi bir fikir olduğuna karar verdi. Planlar yapıldı, emirler verildi, bıyıklar buruldu. Sıkalıngrad'daki zafer herkesi neşelendirmişti. Moskova'daki büyük bir gösteri bunu pekiştirecekti. Ordular yürüdü, Elifler yürüdü.

Adil Kilitler, üstünlüğü kaybettiğinin farkındaydı. Doğuda da batıda da geri çekilmeye başlamıştı Alman orduları. Sıkalıngrad'da 800.000'e yakın asker kaybetmişti. Çok güvendiği SS subayları soykırımdan kurtulan Yahudilerce izlenip öldürülüyordu. Kızıl Ordu Berlin'e ulaşmak üzereydi. Kızıl Ordu Korosu “Oynama Şıkıdım Şıkıdım” ile Kızıl Ordu'ya eşlik ediyordu. Manyak herifler.
Savaşın sonunu öngörebiliyordu Kilitler. Alman ırkının dirilişi sona eriyor, dört bir yandan yenilgi haberleri geliyordu. Muhteşem Türkiye Third Reich'e savaş ilan edince yaşamanın bir anlamı olmadığına karar verdi. Bu onu derinden yaralamıştı.
Güvendiği bir subaya cesedinin yakılmasını emretti. Odasına döndü, tabancasını çekmecesinden çıkardı ve yavaşça başına dayadı. Aklında hala “Oynama Şıkıdım Şıkıdım” vardı. Dışardan öyle görünse de pek havalı bir intihar olmadı.

Führer'in ölüm haberi hemen yayıldı. Amerika'da viskiyle, Sovyetler'de votkayla karşılandı. İtalyanlar, İtalyanca bir şeyler zırvalarken Japonlar amatörce buldu. Elif Hint şok oldu, inkâr etti, ağladı ve sustu.

Kızıl Ordu doğudan; Amerika batıdan girdi Berlin'e. Mussolini düşmüştü, Japonlar da teslim olmak üzereydi. Amerika atom bombasını Sovyetler'e atamayacağını anlayınca Japonya'ya attı. Hiroşima ve Nagazaki dümdüz oldu. Japonya teslim oldu. Haberler her yerde sevinçle karşılandı.

II. Dünya Savaşı ve 45 milyon insanın hayatı sona ermişti. Moskova'da kutlamalar için büyük bir sirk düzenlendi. Elif Hint gösterinin yıldızıydı ama bunun tek nedeni fil olduğunu düşünmeleri ve muazzam büyüklükteki vücuduydu. Artık vücuduyla değil sanatıyla gündeme gelmek isteyen Elif Hint gösteriye çıkmayı reddetse de zorla çıkardılar. Herkesten nefret ediyordu. Kahkahalar atan aptal kadınlardan, kahkahalar atan aptal kadınların peşinden koşan aptal erkeklerden, generallerden, siyasetçilerden, yalakalardan, cücelerden, bıyıkla… Sıkalın? Mest olmuştu, heyecanla zıplayan hedonist hortumu bile bir anda durulmuştu. O muhteşem bıyıklar, o tonton surat, o sinirli kaşlar, nefret dolu gözler… İnsanlardan ırkları, dinleri, dilleri yüzünden nefret etmezdi Sıkalın. Sadece nefret ederdi. Nedensizce nefret ederdi. Elif Hint aradığı aşkı en beklemediği anda bulmuştu. İlahi bir kuvvetle karşısına çıkan herkesi ayaklarının altında çiğnedi, bencil hortumu bile heyecanlanıp insanların boynunu kırdı ve sonunda, tüm zorluklara rağmen, Sıkalın'a ulaştı.
Sinirlenemedi Sıkalın. Tepki de veremedi. Şaşkındı ama belli edemedi. Hayatında ilk defa işleri planladığı gibi gitmiyordu ve inanılmaz bir şekilde bu durum hoşuna gitmişti. Artık tanrı değildi. Artık korkulan bir diktatör değildi. Saygı denen korku ürününden kurtulmuştu.
O nefret dolu diktatör ilk defa gülümsedi ve sevgiyi tattı.

O güzel insan o güzel file binip gitti.
Devamını Oku Canım »

Etienne de La Boétie/Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev

Üstünüzde böylesi bir hüküm kuran kişinin sadece iki gözü, iki eli, tek bedeni var, şehirlerinizde dolaşan sayısız insanların en aşağısından bile fazla bir şeyi yok; sizi yok etmesi için ona verdiğiniz güç dışında. 

Sizi gözetlemek için kullandığı bunca gözü, siz ona sağlamadıysanız, nereden aldı? Eğer siz ödünç vermediyseniz, nasıl bu kadar eli var sizi dövmek için kullandığı? Şehirlerinizi çiğnediği ayakları nereden aldı, eğer kendi ayaklarınız değilse bunlar? Nasıl gücü olur üstünüzde eğer siz vermediyseniz? Sizden işbirliği görmeseydi nasıl cesaret ederdi üzerinize yürümeye? Sizi yağmalayan hırsıza yataklık etmeseydiniz, sizi öldüren katilin suç ortağı olmasaydınız, kendinize hainlik yapmasaydınız ne yapabilirdi size? 

O yakıp yıkabilsin diye tohumlarınızı ekiyorsunuz; o yağmalayacak bir şeyler bulsun diye evinizi kurup döşüyorsunuz; o şehvetini tatmin etsin diye büyütüyorsunuz kızlarınızı; en iyi yaptığı şeyi yapması, onları savaşlarına sürüklemesi, kıyıma götürmesi, hırsının hizmetkarlarına ve intikamının aletlerine dönüştürmesi için yetiştiriyorsunuz çocuklarınızı; hazzını tatlandırması ve kirli zevklerinde yüzmesi için bedenlerinizi kölece çalışmaya mahkum ediyorsunuz; onu daha güçlü kılmak ve sizi hizada tutması için güçsüzleştiriyorsunuz kendinizi. 

Harekete geçmeye gerek bile olmadan, sadece özgür olmaya niyetlenerek, hayvanların bile kabullenmeyeceği bu alçaklıklardan kurtulabilirsiniz. artık kulluk etmeyi bırakın ve işte özgürsünüz. tiranı ellerinizle itip devirmenizi istemiyorum sizden; sadece ona destek olmayı bırakın. göreceksiniz ki temeli boşaltılmış dev bir heykel gibi kendi ağırlığına dayanamayıp devrilecek ve ezilip parçalara ayrılacaktır.
Devamını Oku Canım »

Kadın Düşmanları Serisi - Machiavelli

A difference arose in the City of Ardea between the Patricians and the Plebians, because of a marriage contract, in which an heiress about to be married, was asked for at the same time by a Plebeian and a Noble; and as she did not have a father, her guardians wanted to unite her to the Plebeian, her mother to the Noble: and such a tumult arose from this that they came to arms; in which all the Nobility armed themselves in favor of the Noble, and all the Plebeians in favor of the Plebeian. So that the Plebs being overcome, they went out from Ardea and sent to the Volscians for aid, while the Nobles sent to Rome. The Volscians arriving first, surrounded Ardea and besieged it. When the Romans arrived, they shut in the Volscians between the town and themselves, so that they constrained them ((being pressed by hunger)) to surrender themselves at discretion. And when the Roman entered the City, they put to death all the heads of the sedition, and restored order in that City. There are several things to note in this text. First it is seen that Women have been the cause of many ruinations, and have done great damage to those who govern a City, and have caused many divisions in them: and ((as has been seen in our history)) the excess committed against Lucretia deprived the Tarquins of their State; and the other committed against Virginia deprived the Ten (Decemvirs) of their authority. And Aristotle, among the first causes of the ruin of the Tyrants, places the injury they committed on Women, either by seduction, by violence, or corruption of marriages, as we have discussed this subject at length in the Chapter in which we treated of Conspiracies.

I say, therefore, that absolute Princes and governors of Republics do not have to take little account of this subject, but ought to consider the disorders which may arise from such incidents, and remedy them in time that it does not injure and disgrace their State or Republic; as happened to the Ardeans, who, for allowing the rivalry to increase among their citizens, were led to become divided among themselves, and wanting to reunite, had to send for outside succor, which is a great beginning to a sure servitude. But let us come to another notable way of reuniting a City, of which we will treat in the next chapter.

Discourses / Chapter XXVI / How a State is Ruined Because of Women




Devamını Oku Canım »

Jîn (2013)

Reha erdem, karakterleriyle savaşa hep dışarıdan bakıyor ne kadar içlerinde olursa olsun. Objektif bir bakış açısı katıyor bence bu Kosmos'a da Jîn’e de.

Jîn masal gibi geldi bana. Erkeklerin ve savaşın hüküm sürdüğü topraklarda güçsüz doğa ve güçsüz kadınların var olma çabası var sanki.

Film boyunca sekiz erkekle muhatap oluyor; bunlardan dördü cinsel tacizde bulunuyor, ikisi umursamadan kötü davranıyor ve sadece kalan ikisiyle iyi bir iletişim kurabiliyor. Bunlardan biri kamyoncu, göçebe gibi bakmalı ona, Jîn’i kızına benzetiyor; diğeri de yaralı asker. Erkekleri yozlaştırmış savaş, erkekler post-apokaliptik bir dünyadaki umutsuz mücadelecilere benziyor. Her fırsatta idlerini tatmin etmeye çalışan, ahlaki sınırları iyice silinmeye başlamış insan altı varlıklara dönüşmüşler. Güçlüyü görünce sinip zayıfı görünce tüylerini kabartıyorlar.

Jîn, artık kendisine yabancılaşmış bir diyardan kaçmaya çalışıyor. Umutla kaçarken de, umutsuzca dönerken de samimiyeti hayvanlarda buluyor. Sık sık yağan kurşun ve bomba yağmurundan korunmaya çalışıyor hepsi, birlikte ve ayrı ayrı.

Ve ölüyorlar. Bir ateşte elbet ölüyorlar.
Devamını Oku Canım »

Kadın Düşmanları Serisi - Schopenhauer

“Women are directly adapted to act as the nurses and educators of our early childhood, for the simple reason that they themselves are childish, foolish, and short-sighted—in a word, are big children all their lives, something intermediate between the child and the man, who is a man in the strict sense of the word."

"Consider how a young girl will toy day after day with a child, dance with it and sing to it; and then consider what a man, with the very best intentions in the world, could do in her place.”

“Just as the female ant after coition loses her wings, which then become superfluous, nay, dangerous for breeding purposes, so for the most part does a woman lose her beauty after giving birth to one or two children; and probably for the same reasons.”

Essays of Schopenhauer / On Women
Devamını Oku Canım »

Kadın Düşmanları Serisi - Erasmus


"Now that which made Plato doubt under what genus to rank woman, whether among brutes or rational creatures, was only meant to denote the extreme stupidness and folly of that sex, a sex so unalterably simple, that for any of them to thrust forward, and reach at the name of wise, is but to make themselves the more remarkable fools, such an endeavour, being but a swimming against the stream, nay, the turning the course of nature, the bare attempting whereof is as extravagant as the effecting of it is impossible: for as it is a trite proverb, that an ape will be an ape, though clad in purple; so a woman will be a woman, a fool, whatever disguise she takes up."

In Praise of Folly
Devamını Oku Canım »

The Matrix (1999)

Morpheus, Neo’ya iki seçenek sunuyor:
Kırmızı hap: Gerçeği temsil ediyor, bu hapı almayı seçerse “aydınlandırılacak”, Matrix’in tam olarak ne olduğunu keşfedebilecek ve gerçek dünyayı görebilecek.
Mavi hap: Hiçbir şey yaşanmamış gibi uyanacak ve Matrix illüzyonunda bilinçsiz bir şekilde yaşamaya devam edecek.
Neo tabii ki kırmızı hapı seçiyor ve gerçek dünyaya dönüyor. Ancak bu seçimde gerçekten tam bir söz hakkı var mı Neo’nun? Dünya’yı makineler ele geçirmiş durumda, gün ışığı yok, yaşam yok, insanlar insanlar hareket dahi edemiyor, Matrix’te bir rüyayı yaşıyorlar. Gerçek dünya pek de yaşanılacak bir yer değil artık. Cypher’ın da arkadaşlarının fişlerini çekerken belirttiği gibi: Morpheus gerçekleri tam olarak paylaşmıyor, sadece kırmızı hapı seçmelerine yetecek kadar bilgi veriyor. Yani insanları aydınlatırken onlara söz hakkı tanımıyor. Neo gerçek dünyaya uyanıyor, Morpheus oryantasyon sırasında gerçekleri anlatıyor ve burada Neo’nun şok olduğunu ve hatta öfkelendiğini görebiliyoruz. Bunun üzerine Morpheus insanları belli bir yaştan sonra uyandırmadıklarını çünkü gerçek dünyaya adapte olamadıklarını belirtiyor.
Platon’un Devlet’inde Yedinci Kitap’ta aşağıdaki kısımları okuyoruz:
“Yeraltında mağaramsı bir yer, içinde insanlar. Önde boydan boya ışığa açılan bir giriş… İnsanlar çocukluklarından beri ayaklarından, boyunlarından zincire vurulmuş, bu mağarada yaşıyorlar. Ne kımıldanabiliyor ne de burunlarının ucundan başka bir yer görebiliyorlar, öyle sıkı sıkıya bağlanmışlar ki, kafalarını bile oynatamıyorlar.”
“Mahpuslardan birini kurtaralım; zorla ayağa kaldıralım, başını çevirelim, yürütelim onu; gözlerini ışığa kaldırsın. Bütün bu hareketler ona acı verecek. Gölgelerini gördüğü nesnelere gözü kamaşarak bakacak. Ona demin gördüğün şeyler sadece boş gölgelerdi, şimdiyse gerçeğe daha yakınsın, gerçek nesnelere daha çevriksin, daha doğru görüyorsun, dersek; önünden geçen her şeyi birer birer ona gösterir, bunların ne olduğunu sorarsak ne der? Şaşırakalmaz mı? Demin gördüğü şeyler, ona şimdikilerden daha gerçek gibi gelmez mi?”
Morpheus’un Neo’yu Matrix’ten kurtarması, acı gerçeği gerçek bir seçim hakkı sunmaksızın göstermesi Mağara Alegorisi’yle neredeyse bire bir uyuşuyor.
Neo mağaradan kurtarılıyor, gerçekle tanışıyor ancak Matrix’le ilişkisini kesmiyor. Diğer insanları da gerçekle tanıştırması gerekiyor ve bunun için mücadele ediyor. Neo’nun filmin sonunda yaptığı konuşmada da bunu görüyoruz. Yine Devlet’in aynı kısmına dönersek aşağıdaki pasajda da görebiliyoruz bunu:
“Öyleyse, seçkin insanları en yüksek saydığımız şeyin bilgisine doğru yöneltmek, onları karanlıklardan ışığa çıkarmak, […] bizlere düşer ama o yüce kata yükselip de iyiyi doyasıya seyretmiş kimseleri bugünkü gibi kendi hallerine bırakmayalım. […] Yukarıda durakalmasınlar, mağaradaki mahpuslar arasına dönsünler […]”
Matrix, insanların kendi seçimleri dışında var olduğu ve bu sayede makinelere gerekli enerjiyi sağlayan yapay bir dünya. Peki yapay olması gerçek olmadığına hükmetmemizi gerektirir mi? Matrix’te de insanlar hissedebiliyor, Matrix’teki insanların da hırsları var, Matrix’te toplumsal hayat devam ediyor. Demek ki Matrix’e bağlı insanların diğer insanlardan büyük bir farkı yok. Ancak özgürleşmiş / özgürleştirilmiş olanlar kendilerinden biri olan Morpheus’u kurtarmak için düzinelerce insanı, Matrix’te ölenlerin gerçek hayatta da öldüğünü bilmelerine rağmen, vicdan yükü hissetmeksizin öldürebiliyor. Filmin başlarında Trinity de tereddüt etmeden bir polisi öldürüyor. Ajanların da kendi vücudu olmadığını anlıyoruz filmden, yani her ajan öldürüldüğünde vücudu ele geçirilen bir insan öldürülüyor aslında. Morpheus bunu Neo’ya söylediği şu cümleyle rasyonalize etmişti: “Bu insanlar hala sistemin bir parçası ve bu durum onları düşmanlarımız yapar.”
Şimdi kişisel hikayeleri bir kenara bırakıp dışarıdan bakmayı deneyelim:
Dünyada makineler ve insanlar arasında bir savaş var, makineler Zion dışında her şeyi ve herkesi ele geçirmiş, yani egemen güç makineler. Zion’un dışındaki insanlar -vücutlarının nerede olduğunu dikkate almazsak- Matrix’te, makinelerin hükmü altında yaşıyor. Zion’dakiler ise makinelerden saklanarak ve gerilla tarzı stratejiyle vur-kaç yaparak mücadele etmeye çalışıyor ve bu mücadele sırasında “sistemin parçası” olarak gördükleri Matrix’e bağlı insanları kendi yüce amaçları için öldürmekten çekinmeyip bunu collateral damage olarak görüyorlar. Kısaca Matrix’e bağlı insanlar özgürleş(tiril)miş insanların gözünde dehumanize olmuş bir halde.
O zaman bu insan direnişinin meşruiyeti sadece gerçek dünyada olmalarına mı dayanıyor? Herkes gerçek dünyaya kavuşana kadar sürecek mi bu mücadele? Matrix mutlaka yok edilmeli mi?
Sanırım bunların hepsi yine Platon’a çıkıyor. Mağaradan çıkarılanlar herkesi mağaradan çıkarmayı hedefliyor ve bu amaca ulaşmak için her yola başvurmayı kendilerine hak olarak görüyorlar. Aydınlanmış olanlar herkesi aydınlatmak istiyor ve bunu zor kullanarak yapabileceklerinin farkındalar.
Devamını Oku Canım »

Waking Life (2001)

Filmde ana karakterin lucid rüyasında farklı insanlar ve düşüncelerle yaptığı diyalogları izliyoruz. İlgimi çeken sahneler hakkındaki düşüncelerimi aşağıda sahne sahne ayırarak yazdım.
Tekneden bozma arabadaki yolculuk sahnesinde sürücünün verdiği mesaj ilginçti. Burada, biraz klişeye de kaçarak, yolculuğu hayat için bir metafor olarak kullanabiliriz. Hayatı “akışına” bırakmalı ve bir açıklama peşinde koşmaktansa açıklamasının olmadığını kabul etmeliyiz. Var oluşumuzun aksini, yani yokluğu, tahayyül ve bir başkasının var oluşunu da tam anlamıyla idrak edemeyeceğimizden var oluşun kişiye dair bir farkındalık olduğunu söyleyebiliriz.
Profesörün dersi sahnesinde Profesör postmodernizmin insana bakış açısına karşı çıkıyor. Buna göre postmodernistler insanı sosyal bir yapı, belli güçlerin kesişiminden oluşan bir varlık olarak görüyor. Yani var oluşunda söz hakkı olmayan insanın özgür iradesi de olmuyor. Kişinin, kendisi üzerinde söz hakkı olmadığından benliği de kendine bağlı olmuyor. Varoluşçuluk ise önce varlığın olduğunu ve bunun üzerinden kişinin kendi seçimleriyle benliğini yarattığını savunuyor. Yani varoluşçuluk aslında umutsuzluğu değil tam aksine insanın hayatını kendi ellerine almasını çağrıştırıyor.
Sarışın kadınla konuştuğu sahnede dilin oluşumundaki ve gelişimindeki etkenin sadece temel ihtiyaçları karşılamaya yönelik sesler çıkarmak olmadığından bahsediyor. Soyut kavramları birbirimizle paylaşabilmemiz bunu gösteriyor. Örneğin birine karşı hissettiğimiz aşk duygusunun başka birince aynı şekilde hissedilmesi imkansız olsa da “aşk” kelimesi üzerine toplumsal bir uzlaşı sağlamamız dilin ruhani yönünü de gösteriyor.
Kendini yakan erkek sahnesinde, güç odakları ve medyanın amacının; istenmeyen olayları engellemek, onlara karşı önlem almaktan çok insanları bu olaylara alıştırmak ve toplumun söz hakkını ellerinden almak olduğu savunuluyor. Oy kullanmanın göstermelik olduğundan bahsediliyor ki buna tüm kalbimle katılıyorum. Cambridge Analytica skandalında da tekrar gördüğümüz gibi kullandığımız oylar irademizi yansıtmıyor. Git gide kişiliğimiz, bireyliğimiz, incelenip ona göre yönetim politikası belirlenen verilere dönüşüyor. Bu sahnede bahsedilen medyanın bizi bunlara alıştırmasını günlük hayatımızda da görebiliyoruz: Kısmen de olsa kendi rızamızla kişisel bilgilerimizi devasa şirketlere veriyoruz. Google Maps lokasyon verilerimizi saklıyor, Facebook o gün ne hissettiğimize kadar olan kişisel verilerimizi üçüncü partilere satıyor, bu verileri analiz edip tüketici yığınına çeviriyorlar. Neyi satın alacağımızı, kime oy vereceğimizi yüksek isabetle tahmin edebiliyorlar bu şekilde. Bu verileri kendimiz veriyoruz, çünkü mecburuz. Navigasyondan, sosyal medyadan, akıllı telefonlardan, internetten vazgeçmemiz ne isteyebileceğimiz bir şey ne de mümkün. Verilerimizi saklı tutmak adına bu tür ihtiyaçlardan vaz geçmek beklenebilir bir tutum olmadığından mecburen verilerimizi paylaşıyor ve kitlesel rıza inşasının sayısız mağdurlarından biri oluyoruz.
Sahnenin sonunda kendini yakmasının sistemin dışına çıkmanın tek yolu olduğunu simgelediğini düşünüyorum.
Yatak sahnesinde bahsedilen gerçeklik algısı içinden çıkılmaz bir labirent bence. Evet, her şey yaşlı bir kadının rüyası olabilir ancak bunu temel olarak alıp üzerine düşünce inşası yapmanın bir sonuca ulaştıracağını sanmıyorum. Her şey rüya olabilir, evreni ezeli ve ebedi bir şey yaratmış olabilir, Uçan Spagetti Canavarı bile gerçek olabilir. Ancak bunlar yanlışlanamaz ve bir şeyin bilimsel olabilmesi için yanlışlanabilmesi gerekir. Yanlışlanamayan şeyin aksi de ispat edilemeyeceğine göre bu konu hakkında fikir üretmek sonuçsuz bir çabaya dönüşür.
Gözlüklü erkek sahnesinde özgür iradenin olmadığı savunuluyor. Buna katılıyorum. Her şeyi hesaplayabilseydik, tüm değişken ve etkenlerin sonuçlarını hesaplayabilseydik yaptığımız seçimlerin aslında seçim değil zorunluluk olduğunu görebilirdik.
Bar sahnesi… Buradaki bireysel silahlanma konusu bana ülkeler arası silahlanma yarışını ve idam cezasını düşündürttü. Silah yarışının da idam cezasının da temel amacı caydırıcılık ve ikisinde de yapılan hatanın geri döndürülemezliği var. Barmeni yanlışlıkla yaralaması ve yaralı barmenin erkeğin başına ateş etmesi ve ikisinin de ölmesi Dr. Strangelove’daki absürt nükleer savaşa benziyor.
Hapishane sahnesi… Bu sahnede kendine haksızlık yapıldığına inanan antisosyal bir karakterin işkence fantezilerini izliyoruz.  Hak ettiği yerde olmasına rağmen bunun ayırdına varamamış bir halde kendine haksızlık yaptığını düşündüğü insanlardan intikam almayı hayal ediyor. Bu bana kendisinin, eylemlerinin sonuçlarının farkında olmadığını düşündürtüyor. Peki böyle bir ayrımı yapamayan insan cezalandırılmalı mı?
İki kadının bir kafede konuştuğu sahnede “hücrelerimiz yedi yılda bir yenileniyor” cümlesi bana Theseus’un Gemisi’ni anımsattı. Geminin tüm parçalarının değişmesi onu farklı bir gemi yapar mı? İnsanın tüm hücrelerinin belli bir süreden sonra yenilenmiş olması onu farklı bir insan yapar mı? Bütün, parçalarından bağımsız mıdır?
Devamını Oku Canım »