Richard Siken/Snow and Dirty Rain

 Close your eyes. A lover is standing too close

to focus on. Leave me blurry and fall toward me

with your entire body. Lie under the covers, pretending

to sleep, while I’m in the other room. Imagine

my legs crossed, my hair combed, the shine of my boots

in the slatted light. I’m thinking My plant, his chair,

the ashtray that we bought together. I’m thinking This is where

we live. When we were little we made houses out of

cardboard boxes. We can do anything. It’s not because

our hearts are large, they’re not, it’s what we

struggle with. The attempt to say Come over. Bring

your friends. It’s a potluck, I’m making pork chops, I’m making

those long noodles you love so much. My dragonfly,

my black-eyed fire, the knives in the kitchen are singing

for blood, but we are the crossroads, my little outlaw,

and this is the map of my heart, the landscape

after cruelty which is, of course, a garden, which is

a tenderness, which is a room, a lover saying Hold me

tight, it’s getting cold. We have not touched the stars,

nor are we forgiven, which brings us back

to the hero’s shoulders and the gentleness that comes,

not from the absence of violence, but despite

the abundance of it. The lawn drowned, the sky on fire,

the gold light falling backward through the glass

of every room. I’ll give you my heart to make a place

for it to happen, evidence of a love that transcends hunger.

Is that too much to expect? That I would name the stars

for you? That I would take you there? The splash

of my tongue melting you like a sugar cube? We’ve read

the back of the book, we know what’s going to happen.

The fields burned, the land destroyed, the lovers left

broken in the brown dirt. And then’s it’s gone.

Makes you sad. All your friends are gone. Goodbye

Goodbye. No more tears. I would like to meet you all

in Heaven. But there’s a litany of dreams that happens

somewhere in the middle. Moonlight spilling

on the bathroom floor. A page of the book where we

transcend the story of our lives, past the taco stands

and record stores. Moonlight making crosses

on your body, and me putting my mouth on every one.

We have been very brave, we have wanted to know

the worst, wanted the curtain to be lifted from our eyes.

This dream going on with all of us in it. Penciling in

the bighearted slob. Penciling in his outstrechted arms.

Our father who art in Heaven. Our father who art buried

in the yard. Someone is digging your grave right now.

Someone is drawing a bath to wash you clean, he said,

so think of the wind, so happy, so warm. It’s a fairy tale,

the story underneath the story, sliding down the polished

halls, lightning here and gone. We make these

ridiculous idols so we can to what’s behind them,

but what happens after we get up the ladder?

Do we simply stare at what’s horrible and forgive it?

Here is the river, and here is the box, and here are

the monsters we put in the box to test our strength

against. Here is the cake, and here is the fork, and here’s

the desire to put it inside us, and then the question

behind every question: What happens next?

The way you slam your body into mine reminds me

I’m alive, but monsters are always hungry, darling,

and they’re only a few steps behind you, finding

the flaw, the poor weld, the place where we weren’t

stitched up quite right, the place they could almost

slip right into through if the skin wasn’t trying to

keep them out, to keep them here, on the other side

of the theater where the curtain keeps rising.

I crawled out the window and ran into the woods.

I had to make up all the words myself. The way

they taste, the wy they sound in the air. I passed

through the narrow gate, stumbled in, stumbled

around for a while, and stumbled back out. I made

this place for you. A place for to love me.

If this isn’t a kingdom then I don’t know what is.

So how would you catalog it? Dawn in the fields?

Snow and dirty rain? Light brought in buckets?

I was trying to describe the kingdom, but the letters

kept smudging as I wrote them: the hunter’s heart,

the hunter’s mouth, the trees and the trees and the

space between the trees, swimming in gold. The words

frozen. The creatures frozen. The plum sauce

leaking out of the bag. Explaining will get us nowhere.

I was away, I don’t know where, lying on the floor,

pretending I was dead. I wanted to hurt you

but the victory is that I could not stomach it. We have

swallowed him up, they said. It’s beautiful. It really is.

I had a dream about you. We were in the gold room

where everyone finally gets what they want.

You said Tell me about your books, your visions made

of flesh and light and I said This is the Moon. This is

the Sun. Let me name the stars for you. Let me take you

there. The splash of my tongue melting you like a sugar

cube… We were in the gold room where everyone

finally gets what they want, so I said What do you

want, sweetheart? and you said Kiss me. Here I am

leaving you clues. I am singing now while Rome

burns. We are all just trying to be holy. My applejack,

my silent night, just mash your lips against me.

We are all going forward. None of us are going back.

Devamını Oku Canım »

Platon/Devlet

“Dinle, o zaman,” dedi. “Benim fikrimce adalet güçlünün çıkarına olandan başka bir şey değildir.”

Burada başlatıyor Thrasymachus tartışmayı.

“Devletlerin bazılarının tiranlıkla, bazılarının demokrasi ile, bazılarının da aristokrasi biçimiyle yönetildiğini...”

“Güçlü olanlar hükümet koltuğunda oturma kabiliyetine sahip olduklarından, onların çıkarına olan şey adildir.”

Burada devletin şeklinin önem arz etmediğini savunuyor.

“Adaletin birilerinin işine yaradığı, birilerinin çıkarına olduğu konusunda sanırım hemfikiriz. Sen bir ek yapıp adil olanın, güçlünün çıkarına uyan şey olduğunu söylüyorsun; bundan tam emin değilim işte; bunun üzerinde biraz daha düşünmemiz gerekecek.”

Socrates, burada adaletin "bir şeyin" çıkarına hizmet ettiği konusunda konsensusa vardıklarını söylüyor, şeyin ne olduğunu tartışacaklar. Thrasymachus hükmedenin çıkarına diyor.

“Halkın yöneticilerine itaat etmesini doğru bir davranış olarak görüyorsun, değil mi?”

“Evet, öyle!”

Tebaanın, hükümdara itaat etmesi Thrasymachus'un adalet tanımına giriyor. Bu da tartışmanın temel noktalarından biri.

“O zaman yasa yaparken çıkarlarını korumuşlarsa, doğru yapmışlardır, tersi durumda da, yanlış?”

“Öyle, bence.”

“Ve yasalar nasıl olursa olsun, doğru (hukuka uygun) olan davranış, halkın bu yasalara uymasıdır sana göre, değil mi?”

“Şüphesiz.”

Hata yapıp yapamadıklarını tartışıyor burada. Thrasymachus başta yapabileceklerini söylese de ileride bunun günlük dil alışkanlığı olduğunu savunacak. Soyut bir hükümdardan bahsedilince hata yaptığı anda hükümdar olmayı bırakacak, yani sonuç olarak hata yapamaza gelecek.

“Demek ki senin iddiana göre adil (haklı, doğru olan), her zaman kudretli olanların yararına değildir; bunun tersi de söz konusudur?”

Socrates yakalıyor burada ama alçakça yakalıyor. Thrasymachus'un ilk argümanında hata, çelişki var çünkü. Şu üstte bahsedilen hata yapabilme meselesi; hata yaptığında da hala hükümdar olma meselesi; soyut bakma meselesi. İleride sanatlarla daha iyi anlatılacak bu.

“Peki, söyle bakalım Thrasymakhos, adaleti, güçlünün çıkarına olsun veya olmasın, gerçekten de yönetenin kendi çıkarına uyduğunu düşündüğü şey olarak mı görüyorsun? Bunu böyle anlayabilir miyiz?”

“Tabii ki hayır,” dedi. “Yanılan bir insana, yanıldığı anda güçlü mü derim sanıyorsun?”

Thrasymachus argümanındaki bu kabul edilebilir hatayı düzeltiyor burada.

“Sen laf cambazının tekisin, Sokrates. Hastalıkları anlamakta yanılan bir hekime, yanıldığı anda hekim denilebilir mi? Aynı şekilde bir matematikçiye, yanıldığı anda matematikçi denilebilir mi? Doğru, belki hekim, matematikçi ya da öğretmen yanıldı, deriz, fakat bunu lafın gelişi söyleriz.”

Burada bahsedilen mesleklere soyut bakmak. Mesele kanlı-canlı insan bir sanatçıdan, doktordan vs. çıkıp soyut, ideal bir varsayım olan sanatçıya, doktora geçiyor. Thrasymachus gayet haklı bence burada, Sokrates ucuz kelime oyunuyla tartışmayı kazanmaya çalışmış.

“Eğer bir adam gerçekten de işinin ustasıysa, yanılmaması gerekir. Sanatçı, bilge veya yönetici gerçekten de bu tanımları hak ediyorlarsa, asla yanılmazlar. Varsın, yok hekim yanıldı, sanatçı yanıldı, desinler; bunun pek bir önemi yok. Demek istediğimi tam olarak söylememi istiyorsan, ki sen bunu seversin, işinin uzmanı hiç kimse yanılmaz; ama uzmanlık bilgisinin bittiği yerde; orada yanılır; yani uzman olmadığı alanda. Bu bakımdan da her zaman kendi çıkarına olan düzenlemeleri yapar. Halk da bu düzenlemelere uymak zorundadır. Öyleyse başta söylediğimi, şimdi yine tekrarlayabilirim: Adalet, güçlünün (kudretlinin) çıkarına olan şeydir.”

Burada argümanını sağlamlaştırıyor. Hata yapmadığı sürece kendi çıkarına hizmet eder; hata yaparsa zaten "o" değildir, öyleyse problem yok argümanda. (Bu işinin uzmanı vs. yanlış anlaşılmaya açık duruyor ama ulaşılabilecek bir nokta değil o uzmanlık; bir ideal.)

“ … kesin ve tam anlamında hekim, hastaları tedavi ettiğini sanıp para kazanan adam mıdır, yoksa hastaları en iyi şekilde iyileştirmeye çalışan adam mıdır?”

Socrates, burada Thrasymachus'un tanımına uygun doktorun, doktorluğun daha doğru olur belki, özünden bahsediyor. Doktorluk sanatı hastaları iyileştirmektir, özü budur, para kazanmak özü değil, bonusudur gibi.

“Tam o sırada denize açılıp açılmadığını göz önüne almamıza gerek yok sanırım; üstelik (tam o sırada denizdeyse) bu nedenle ona kaptan dememiz gerekmez; hatta böyle yapıyor diye ona tayfa bile diyemeyiz. Bir kaptanı kaptan yapan şey onun tayfaları yönetecek otoriteye ve yeteneğe sahip olmasıdır.”

Kaptanı diğer denizcilerden ayıran, yani kaptan yapan şey diğer denizciler üzerindeki otoritesi. Doktorla benzetince önemli bir nokta.

“Farz edelim ki sen bana ‘Beden kendine yeten bir şey midir, yoksa başka bir şeylere de ihtiyaç duyar mı?’ diye soruyorsun. Ben de sana şöyle cevap veriyorum: ‘Elbette başka şeylere ihtiyaç duyar; mesela bedenimiz hasta düştüğünde tedavi edilmesi gerekir. Bizim modern hekimlik sanatı da beden kusurlu olduğundan ve kendi kendine yetemediğinden bulunmuştur. Bedenin çıkarına onun ihtiyaç duyduğu şeyleri sağlamak için var olmuştur hekimlik sanatı.’ Öyle değil mi?”

Burada sanatların, mesleklerin soyut halleri mükemmel olduğundan bir şeye ihtiyacı olmadıklarını, yani kendi çıkarları için değil konularının çıkarları için var olduklarını anlatıyor.

“O halde hekimlik kendi çıkarını değil, bedenin çıkarını gözetir.”

“Doğru.”

“Seyislik sanatı da aynı şeyi yapamaz mı? Yani, her sanat dışarıdan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadığından kendi nesnesiyle uğraşır, değil mi?”

“Öyle olduğu aşikâr!”

“Sanatlar, sevgili Thrasymakhos, kendi alanlarına giren nesnelere hükmeder, buyruk verirler, değil mi?”

Biraz gönülsüz bir şekilde de olsa bu söylediğimi de kabul etti. (Burada çaktı artık olayı.)

“Öyleyse, bilim ve sanat güçlünün ya da üstünün değil, kendisine tabi olan güçsüzün çıkarını araştırır ve buna göre buyruk verir, değil mi?”

Buralarda artık çürütüyor Thrasymachus’u. Thrasymachus en başta popüler ve makul bir söylemde bulunuyor aslında ama o kadar genelliyor ki soyut adaletin tanımını somut deneyimlerle yapmaya çalışıyor, Sokrates de kolayca çürütüyor bunu. Thrasymachus sonra Sokrates’in de izniyle geliştiriyor bunu. Yine soyut adaleti bu sefer soyut, teorik bir şekilde tanımlamaya çalışıyor. Böylece gittikçe seçkinci, yöneten-yönetilen ayrımı yapan, karamsar bir görüşe yaklaşıyor. Sokrates bunu da çürütüyor. Thrasymachus’un bakış açısı Hobbes’unkine benziyor sanki: herkesin herkese karşı savaşı, homo homini lupus est.. Çok radikal, çok uçlarda, çok kesinci bir bakış; Sokrates sadece dengeli bir konumda durarak rahatça çürütebiliyor o sebeple bence.

“O zaman sevgili Thrasymakhos, yönetici konumunda olan kimse, bu konumda olduğu müddetçe, kendi çıkarına değil de, yönettiği ve üzerinde sanatını uyguladığı kişilerin veya şeylerin çıkarına olan şeyleri gözetir ve bu doğrultuda emirler verip düzenlemeler yapar. Bütün konuşmaları ve eylemlerinde kendine tabi olanların ve inananların yarar ve iyiliklerini kollar.”

Son darbeyi vuruyor Sokrates. Bakalım Thrasymachus nasıl cevap verecek?

“Söyle bana Sokrates, senin bir dadın var mı?”

Süper cevap.


Devamını Oku Canım »

Robert Desnos/Seni O Kadar Düşledim Ki

seni o kadar düşledim ki, gerçekliğini kaybediyorsun artık.

bu sıcak tene dokunmaya, 

bu canım sese can veren dudakları

öpmeye kaldı mı zaman hala?


seni o kadar düşledim ki, gölgeni kucaklarken 

göğsümde kavuşmaya alışmış kollarım 

bedeninin şekline bürünemez belki de.

ve günlerce, yıllarca aklımdan çıkmayan,

bana hükmeden şeyin gerçek görüntüsü karşısında

bir gölge olacağım kuşkusuz.

ah şu duygusal denge.


seni o kadar düşledim ki, 

artık uyanmaya vaktim yok kesinlikle.

ayakta uyuyorum, göğsüm açık

hayatın ve aşkın ve senin tüm formlarına. 

sen, artık benim için önemli tek insan, 

önüme çıkan ilk dudak, ilk alından

daha zor dokunurdum

herhalde senin alnın ve dudaklarına.


seni o kadar düşledim ki, o kadar

yürüdüm, konuştum, yattım ki hayaletinle

bana tek kalan,

hayaletler arasında hayalet

ve hayatının güneş saati etrafında

neşeyle dolanan, dolanacak gölgeden

yüz kat daha gölge

olmaktır belki de.

Devamını Oku Canım »

Dunya Mikhail/Beş Dakika

 beş dakika içinde, dünya sona erecek...

komşu dükkandaki esnaf

"kapalı" yazısını astı şimdi

ve çıkıp gitti

iş için zaman kalmadığını biliyormuş gibi. 

başka dükkanlar açık.

sahipleri hala işe boğulmuş

ama dünya sona erecek...

neşeli bir grup oğlan

hızla geçiyor sokaktan;

arkalarından bir köpek

yaşlı bir adamı gezdiriyor.

trafik ışıkları kırmızı.

otobüs şoförü hafifçe düzeltiyor

dikiz aynasını.

birkaç sahne daha

oynuyor aynada hala.

şoför gidiyor şimdi.

ışık yeşil.

değişmeye devam edecek

beş dakika sonra bile!

genç bir adam saatine bakıyor

sıradaki otobüsü beklerken...

parkta bir çift, heykelleri geçiyorlar yürürken

ve gülümsüyorlar güneşin altında.

heykeller umursamaz.

sertçe bakıyorlar yokluğa.

bir turist merak içinde dolanıyor

ve fotoğraflarını çekiyor yakında var olmayacak şeylerin.

orada, beyaz hastahanede,

kadınlar yeni çocuklar doğuruyor

çok geç.

bebekler göçüp gidebilir

isimleri olmadan.

odalarından birinde

sonsuza kadar

kalacaklar test tüplerinde

yerinde duramayan 

deney faresi

sonunda kurtulurken

her zaman izleyen dev gözden.

deney zor değil

ama zaman tükenecek

cevaptan önce.

ve artık önemli olmayacak

bilip bilmediğin.

gülleri kokla ve devam et.

gül her zaman bilir

dünyanın beş dakika içinde sona ereceğini...

mağaza vitrinindeki mavi gömlek

güzel duruyor mankenin üstünde.

genç bir kadın, arkadaşıyla

döner kapılardan içeriye giriyor

yüksek bina tarafından yutulmak üzere...

duvarda, süslü reklamlar:

DEV İNDİRİM!

KIRIŞIKLAR İÇİN YENİ İLAÇ!

SİGARA SAĞLIĞINIZA ZARAR VERMEZ!

ama dünya sona erecek...

korunaklı şehrindeki

korunaklı sarayının

korunaklı odasında

elmayı ısırıyor tiran

televizyonda kendini izlerken.

kim inanır beş dakika içinde

tahtını bırakacağına?

bir sanık daha müebbet ceza alıyor.

avukatı temyize gidecek

ama dünya...

yolcular çıkış kapısını itiyor

gelenler giriş kapısından giriyor.

bir kadın valizini bırakıp yere

el sallıyor.

(ben değilim o.)

bir erkek de ona el sallıyor havaalanı camının arkasından.

(sen değilsin o.)

tanışıyorlar mı bilmiyorum

ya da zaman...

o üniversite öğrencisi

trenle seyahati tercih ediyor.

pek de önemi yok artık bunun.

bir arkadaşıyla sözleşti

pikniğe gitmeye.

bilmiyorum piknik mi önce bitti dünyadan

yoksa dünya mı önce bitti piknikten!

bana gelince, mektup yazıyorum ben.

sanırım bitmeyecek

beş dakika içinde.


Devamını Oku Canım »

Zbigniew Herbert/From the Top of the Stairs

tabii ki

merdivenin tepesindekiler

biliyorlar

her şeyi biliyor onlar


bizim durumumuzsa farklı

biz hücreleri süpürenler

daha iyi bir geleceğin rehineleri

merdivenin tepesindekiler

nadiren de olsa görünür bize

susturan parmaklarıyla dudaklarındaki


sabırlıyız biz

karılarımız yamıyor pazar gömleklerimizi

gıda tayınlarından konuşuruz biz

ayakkabı fiyatlarından

cumartesileri başımızı geriye yaslayıp

içeriz


bizler

yumruklarını sıkan

zincir sallayan

konuşan soran

heyecanın ateşiyle

isyana çağıran

durmadan konuşup sorgulayanlardan değiliz


işte onların peri masalı -

merdivenlerine hücum edip

fırtınayla yakalayacağız onları

zirvedekilerin kelleleri

yuvarlanacak basamaklardan

ve sonunda dikeceğiz gözümüzü

o yükseklikten görünebileceklere

geleceğe

boşluğa


kellelerin yuvarlanışını

görmek değil arzumuz

kellelerin ne kolay yetiştiğini biliyoruz çünkü

biliyoruz tepede her zaman bir

veya üç tanesinin kalacağını

dipte kalansa süpürge ve küreklerden kalan karanlık


bazen merdivenin

tepesindekileri düşünüyoruz

aşağıya

bizlere gelip

-biz gazetenin üstünde ekmek yerken-

şunu söylediklerini


- hadi konuşalım

erkek erkeğe

posterlerde çığırılanlar gerçek değil

gerçeği mühürlü dudaklarımızda saklıyoruz

çünkü zalimdir gerçek ve çok ağır

o yüzden yükü kendimiz taşıyoruz

mutlu değiliz

ve memnuniyetle burada

kalırız


hayal tabii bunlar

gerçek olabilirler

olmayabilirler de

ondan ki devam edeceğiz 

işlemeye hücremizi

çamurdan hücremiz

taştan hücremizi


yorgun bir kafa

kulak arkasında bir sigara

ve içinde tek damla umut olmayan bir kalp ile

Devamını Oku Canım »

Zbigniew Herbert/The Seventh Angel

yedinci melek

tamamen farklıdır

adı bile farklı

şemkel


cebrail gibi değil

ihtişamlı

muhafızı tahtın ve

baldakenin


istafil de değil o

koronun akortçusu


ve yine değil bir

azrail

gezegeni süren

sonsuzluğun bilirkişisi

teorik fiziğin mükemmel kalesi


şemkel

siyah ve gergindir

ve defalarca ceza yemiştir

yasadışı günahkar ithalatından


arafın

ve cennetin arasında

fıtı fıtı yürür dinlenmeden


haysiyet duygusu yok onun

ve ekipte tutulmasının tek nedeni

yedi rakamına verilen önem

ama diğerleri gibi değil o


değil orduların atamanı

mikail gibi

elyaf gibi tüylerden


azrafil gibi değil

kainatın iç mimarı

süslü bitki örtüsünün gardiyanı

parıltılı kanatları iki meşe ağacı gibi


dedrail gibi bile değil

apolojist ve kabalist


"şemkel şemkel"

diye söylenir melekler

"neden mükemmel değilsin"


bizans ressamları

tüm yediliyi çizerken

şemkel'i de aynı

diğerleri gibi çizdiler


korktular çünkü

sapkınlığa düşmekten

eğer çizselerdi onu

olduğu gibi

siyah gergin

eski püskü halesinde

Devamını Oku Canım »

Zbigniew Herbert/Episode

deniz kıyısında yürüyoruz

ellerimizde sıkıca tuttuğumuz

iki ucuyla antik bir diyaloğun.

- beni seviyor musun?

- seni seviyorum.


çatık kaşlarla

özetliyorum tüm bilgeliğini

iki ahitin,

astrologların, kâhinlerin,

bahçe filozoflarının *

ve inzivadaki filozofların.


ve şöyle geliyor kulağa:

- ağlama

- cesur ol

- bak herkes nasıl


dudaklarını büzüyor ve diyorsun ki:

- din adamı olmalıydın sen

ve usanmış, çekip gidiyorsun

kimse sevmez ahlakçıları


ne demeliyim kıyısında

küçük, ölü bir denizin


yavaşça dolduruyor su

yerini yok olan ayak izlerinin


*philosophers of the gardens: epicurus'un öğrencilerinden bahsediyor sanırım.


Devamını Oku Canım »

Thomas Sankara/A United Front Against Debt

Sankara 15 Ekim 1987'de öldürülüyor. Konuşma harika, yaptıkları harika, Afrika için hala çok önemli bir sembol. Sanırım koşullar ne olursa olsun veya koşullar sayesinde büyük insanlar ortaya çıkıp umut verebiliyor bir şekilde. Dünyaya karamsar bakmak çok da mantıklı değil belki de.

Delivered:
 In French, on 29 July 1987, at the summit of the Organization of African Unity held in Addis Ababa, Ethiopia.

Mister President, Heads of Delegations,

At this moment I would like for us to speak about another pressing issue: the issue of debt, the question of the economic situation in Africa. It is an important condition of our survival, as much as peace. And this is why I have deemed it necessary to put several supplementary points on the table for us to discuss.

Burkina Faso would like to first of all talk about our fear. Our fear is that there are ongoing United Nations meetings, similar meetings, but less and less interest in what we are doing.

Mister President, how many African heads of state are present here when they have been duly called to come speak about Africa in Africa?

Mister President, how many heads of state are ready to head off to Paris, London, or Washington when they are called to a meeting there, but cannot come to a meeting here in Addis-Ababa, in Africa?

I know some of them have valid reasons for not coming. This is why I would suggest, Mister President, that we establish a scale of sanctions or penalties for the heads of state who do not presently respond to the call. Let’s make it so that through a set of points for good behavior, those who come regularly – like us, for example – can be supported in some of their efforts. For example: the projects that we submit to the African Development Bank should be multiplied by a coefficient of Africanness. The least African should be penalized. With this, everyone will come to the meetings.

I would like to say to you, Mister President, that the debt issue is a question we cannot hide. You yourself know about something in your country where you have to make courageous decisions, reckless even – decisions that do not seem to be related to your age or gray hair. His Excellency, the President Habib Bourguiba, who could not come but had us deliver an important message given this other example in Africa, when in Tunisia, for political, social, and economic reasons, has also had to make courageous decisions.

But Mister President, are we going to continue to let the heads of state individually seek solutions to the debt issue at the risk of creating social conflicts at home that could put their stability in jeopardy and even the construction of African unity? The examples I have mentioned – and there are others – warrant that the UN summits provide a reassuring response to each of us in regards to the debt issue.

We think that debt has to be seen from the perspective of its origins. Debt’s origins come from colonialism’s origins. Those who lend us money are those who colonized us. They are the same ones who used to manage our states and economies. These are the colonizers who indebted Africa through their brothers and cousins, who were the lenders. We had no connections with this debt. Therefore we cannot pay for it.

Debt is neo-colonialism, in which colonizers have transformed themselves into “technical assistants.” We should rather say “technical assassins.” They present us with financing, with financial backers. As if someone’s backing could create development. We have been advised to go to these lenders. We have been offered nice financial arrangements. We have been indebted for 50, 60 years and even longer. That means we have been forced to compromise our people for over 50 years.

Under its current form, controlled and dominated by imperialism, debt is a skillfully managed reconquest of Africa, intended to subjugate its growth and development through foreign rules. Thus, each one of us becomes the financial slave, which is to say a true slave, of those who had been treacherous enough to put money in our countries with obligations for us to repay. We are told to repay, but it is not a moral issue. It is not about this so-called honor of repaying or not.

Mister President, we have been listening and applauding Norway’s prime minister [Gro Harlem Brundtland] when she spoke right here. She is European but she said that the whole debt cannot be repaid. Debt cannot be repaid, first because if we don’t repay, lenders will not die. That is for sure. But if we repay, we are going to die. That is also for sure. Those who led us to indebtedness gambled as if in a casino. As long as they had gains, there was no debate. But now that they suffer losses, they demand repayment. And we talk about crisis. No, Mister President, they played, they lost, that’s the rule of the game, and life goes on.

We cannot repay because we don’t have any means to do so.

We cannot pay because we are not responsible for this debt.

We cannot repay but the others owe us what the greatest wealth could never repay, that is blood debt. Our blood had flowed. We hear about the Marshall Plan that rebuilt Europe’s economy. But we never hear about the African plan which allowed Europe to face Hitlerian hordes when their economies and their stability were at stake. Who saved Europe? Africa. It is rarely mentioned, to such a point that we cannot be the accomplices of that thankless silence. If others cannot sing our praises, at least we must say that our fathers had been courageous and that our troops had saved Europe and set the world free from Nazism.

Debt is also the result of confrontation. When we are told about economic crisis, nobody says that this crisis has come about suddenly. The crisis had always been there but it got worse each time that popular masses become more and more conscious of their rights against exploiters. We are in a crisis today because the masses refuse that wealth be concentrated in the hands of a few individuals. We are in crisis because some people are saving enormous sums of money in foreign bank accounts that would be enough to develop Africa. We are in a crisis because we are facing this private wealth that we cannot name. The popular masses don’t want to live in ghettos and slums. We are in a crisis because everywhere people are refusing to repeat the problems of Soweto and Johannesburg. There is a struggle, and its intensification is worrying to those with financial power. Now we are asked to be accomplices in a balancing – a balancing favoring those with the financial power; a balancing against the popular masses. No! We cannot be accomplices. No! We cannot go with those who suck our people’s blood and live on our people’s sweat. We cannot follow them in their murderous ways.

Mister President, we hear about clubs – the Rome Club, Paris Club, club whatever. We hear about Group of Five, Group of Seven, Group of Ten, and maybe Group of One Hundred. And what else? It is normal that we too have our own club and our own group. Let’s have Addis-Ababa become now the center from which will a new beginning will emerge. An Addis-Ababa Club. It is our duty to create an Addis-Ababa united front against debt. That is the only way to assert that the refusal to repay is not an aggressive move on our part, but a fraternal move to speak the truth. Furthermore, the popular masses of Europe are not opposed to the popular masses of Africa. Those who want to exploit Africa are those who exploit Europe, too. We have a common enemy. So our Addis-Ababa Club will have to explain to each and all that debt shall not be repaid. And by saying that, we are not against morals, dignity and keeping one’s word. We think we don’t have the same morality as others. The rich and the poor do not have the same morality. The Bible, the Koran cannot serve those who exploit the people and those who are exploited in the same way. It could be used in favor of both sides, there should be two different editions of the Bible and two different editions of the Koran. We cannot accept to be told about dignity. We cannot accept to be told about the merit of those who repay and the mistrust toward those who do not. On the contrary, we must recognize today that it is normal for the wealthiest to be the greatest thieves. When a poor man steals it is merely a theft, a petty crime -- it is solely about survival and necessity. The rich are the ones who steal from the treasury, customs duties, and who exploit the people.

Mister President, my proposal does not aim to simply provoke or create a spectacle. I would just like to say what each one of us thinks and wishes. Who here doesn’t wish for the debt to be canceled outright? Whoever doesn’t, can leave, get into his plane and go straight to the World Bank to pay! All of us wish for this…my proposal is nothing more. I would not want people to think that Burkina Faso’s proposal is coming on behalf of youth without maturity or experience. I would not want people to think either that only revolutionaries speak in this way. I would want one to admit it is merely objectivity and obligation. And I can give examples of others who have advised not to repay the debt – revolutionaries and non-revolutionaries, young and old. I would mention Fidel Castro, for example, who said not to repay; he is not my age, even though he is a revolutionary. I would also mention François Mitterand, who said that African countries, poor countries, could not repay. I would mention Madam Prime Minister [Norwegian Prime Minister Gro Harlem Brundtland] – I don’t know her age and I would begrudge myself to ask her – but it’s an example. I would also mention President Félix Houphouët-Boigny; he is not my age but he officially, publicly, declared that, at least as far as his own country is concerned, Ivory Coast cannot repay. Now, Ivory Coast is among the wealthiest countries in Africa, at least Francophone Africa; that is also why it naturally has to pay a larger share here. Mister President, this is definitely not a provocation. I would like you to offer us some very intelligent solutions. I would want our conference to take on the urgent need to plainly say that we cannot repay the debt. Not in a warlike or bellicose spirit – but to prevent us from being individually assassinated. If Burkina Faso stands alone in refusing to pay, I will not be here for the next conference! But, with everyone’s support, which I need, with the support of everyone we would not have to pay. In doing so, we would devote our meager resources to our own development.

And I would like to conclude by saying that each time an African country buys a weapon, it is against an African country. It is not against a European country, it is not against an Asian country. It is against an African country. Consequently, we should take advantage of the debt issue to solve the weapons problem. I am a soldier and I carry a gun. But Mister President, I would want us to disarm. Because I carry the only gun I have and others have concealed guns or weapons that they have. So my dear brothers, with everyone’s support, we will make peace at home. We will also make use of our immense potentialities to develop Africa, because our soil and subsoil are rich. We have enough bodies and and a vast market – from North to South, East to West. We have enough intellectual capacity to create or at the very least use technology and science from wherever we find it.

Mister President, let us form this Addis-Ababa united front against debt. Let’s make the commitment to limiting armaments amongst weak and poor countries. The clubs and knives we buy are useless. Let’s also make the African market be the market for Africans: produce in Africa, transform in Africa, consume in Africa. Let’s produce what we need and let’s consume what we produce instead of importing. Burkina Faso came here showing the cotton fabric produced in Burkina Faso, weaved in Burkina Faso, sown in Burkina Faso, to dress citizens of Burkina Faso. Our delegation and I are dressed by our weavers, our peasants. There is not a single thread coming from Europe or America. I would not do a fashion show, but I would simply say that we must accept to live as African – that is the only way to live free and dignified.

I thank you, Mister President.

Patrie or death, we will overcome!

Devamını Oku Canım »

Heinrich Heine/Morfin

ayna gibi bir benzerlik olsa da o iki

parlak, genç görünüşlü figür arasında

biri soluk görünüyor diğerinden, daha sade,

hatta söyleyebilirim ki daha mükemmel, daha seçkin

ondan, beni güvenle kollarına alandan,

-ne yumuşak ve sevgi dolu gülümsemesi, nasıl da kutsanmış bakışı!-

o zaman beyaz afyondan çelengi

dokunmuş olabilir bazen

ve kovmuş acıyı zihnimden yabancı kokusuyla.

ama geçici bu. şimdi ben sadece iyi olabilirim

diğeri, ciddi ve soluk büyük kardeş,

indirirken karanlık meşalesini.

uyku çok iyi, ölüm daha da ama

muhakkak hiç doğmamış olmaktır en iyisi. 

Devamını Oku Canım »

Friedrich Nietzsche/Böyle Buyurdu Zerdüşt

On the tarantullas kısmında 2020 post-modern manyaklarına saldırıyormuş gibi. Bayağı sinirlenmiş. Bu kısımdan sonra insanlar zaten eşit olmamalıdır diye başlıyor süpermen. Biraz göt biri ama cidden tarantulaları iyi anlatmış.


Buraya bak, tarantulanın inidir bura. Kendisini görmek ister misin? Ağı burada asılı; dokun, titret onu.

İşte kendi rızasıyla geliyor. Hoş geldin tarantula! Sırtında üçgen ve iz duruyor siyah siyah ve ben ruhunda ne olduğunu da biliyorum.

Senin ruhunda intikam barınır: Isırdığın yerde bu siyah kabuklar büyür; zehrin, ruhun başını döndürür intikamla.

O yüzden benzetmeler kullanarak konuşacağım sizlerle. Siz, ruhların başını döndürenler; siz, eşitlik vaizleri! Tarantulasınız bana göre ve gizli intikamcılar!

Ancak saklandığınız inleri ışığa maruz bırakmak istiyorum; ondan ki gülüyorum suratlarınıza yükseklerden kahkahamla.

Ondan ki yırtıyorum ağlarınızı, öfkeniz çıkarabilsin diye sizi yalandeliği ininizden ve “adalet” sözünüzün arkasından fışkırsın intikamınız. Böylece insanlık telafi edebilir intikamı: benim için bu en yüksek umuda bir köprü ve fırtınalardan sonraki gökkuşağıdır.

Fakat tarantulalar tam tersini ister şüphesiz. “Adaletten tam olarak anladığımız dünyanın, intikamımızın fırtınalarıyla dolu olmasıdır,” derler birbirilerine.

“Eşitleri olmadığımız herkese intikam ve yığınla hakaret yağdırmak istiyoruz” diye yeminler eder tarantula kalpleri.

“Ve ‘eşitlik iradesi’ -erdemin yeni adı şu andan itibaren bu olacaktır- ve gücü olan her şeye karşı yükselteceğiz sesimizi.”

Siz, eşitlik vaizleri, tiran deliliği iktidarsızlığınızın haykırıyor içinizden “eşitlik” diye. Sizin gizli tiran arzularınız gizliyor kendini bu erdem sözlerinin arkasına!

 İncinmiş kibir, bastırılmış imrenme, belki de atalarınızın kibri ve imrenmesi püskürüyor içinizden alev ve intikam deliliği gibi.

Babada sessiz olan şey oğulda açığa çıkar ve çoğu zaman görürüm ki babanın açığa çıkan sırrıdır oğul.

Canlı görünürler ama kalp değildir onları canlandıran, intikamdır. Arınmış ve sakin göründüklerindeyse ruh değildir böyle yapan onları, imrenmedir.

Kıskançlıkları düşünürlerin yoluna bile sokar onları ve kıskançlıklarının işareti budur: Her zaman çok aşırıya kaçarlar; öyle ki yorgunlukları karda uyumaya terk eder kendilerini.

Her ağıtlarından intikam sesleri duyulur, her övgülerinden zarar gelir ve yargıç olmak mutluluktur onlara.

Size şöyle bir tavsiye vereyim dostlarım: Cezalandırma güdüsü çok güçlü olan kimselere güvenmeyin!

Bunlar kötü türden, kötü kandan insanlardır; cellat ve tazı görünürdür suratlarında.

Adaletlerinden çok bahseden kimselere güvenmeyin! Indeed, their souls are lacking not only honey.

Kendilerine “iyi ve adil” dediklerinde ise unutmayın ki Ferisiler’e[1] dönüşmeleri için tek eksikleri güçtür.



[1] Hıristiyanlığın kötü adamları. İsa dönemindeki hard-line Yahudi topluluğu. Nietzsche burada ikiyüzlü anlamında kullanmış sanırım.


Devamını Oku Canım »

Pompeii Duvar Yazıları

Uzun burunlu, kel ve laurel wreath giyen bir erkeğin karikatürü. 


Biraz üstünde "Rufus est" yazıyor: "Bu Rufus."

Buradaki "cacator" kaka yapan, dışkılayan anlamına geliyor. Harika bir kelime, hemen Türkçeye girmeli. "Kakatör, umarım başarılı olursun da terk edersin burayı" gibi bir anlamı var.

"Chius, umarım basurların birbirine öyle bir değer ki eskisinden daha çok yakarlar."


"Hancı! itiraf ediyorum, yatağa işedik, yanlış yaptık
Nedenini bilmek istiyorsan: lazımlık yoktu."

"Hayran kaldım, ey duvar, bu kadar yazının sıkıcılığını taşıyan senin yıkılmamış olmana."

Devamını Oku Canım »

Ugly Laws

"Çirkin veya tiksindirici bir nesne veya uygun olmayan bir insan sayılacak kadar hastalıklı, sakat veya herhangi bir şekilde deforme olmuş hiç kimse, bu şehirdeki kamu yollarında veya diğer kamu alanlarında bulunamaz veya kendini kamuya teşhir edemez."

Any person who is diseased, maimed, mutilated, or in any way deformed, so as to be an unsightly or disgusting object, or an improper person to be allowed in or on the streets, highways, thoroughfares, or public places in the city, shall not therein or thereon expose himself or herself to public view, under the penalty of a fine of $1 for each offense (Chicago City Code 1881)

Dilenciliği engellemek için yapılmış deniyor ama Amerikan öjenik manyaklarının başının altından çıkıyor sanırım bu yasalar. Çok sıkı uygulanmış bazı olaylarda anladığım kadarıyla. Kafayı yemişler.
Devamını Oku Canım »

Kierkegaard günlüğüne şöyle yazmış Nisan 1836'da:

İlgi odağı olduğum bir partiden yeni döndüm. Espriler dudaklarımdan dökülüyordu. Herkes güldü ve bana hayran kaldı -evet etrafımdaki koşuşturmalar dünyanın yörüngesi kadar uzundu- ve ben kendimi vurmak istedim.

Bu his o kadar tanıdık ki... Her şey iyi giderken, herkes neşeliyken bir şeylerin bozuk olduğunun farkına tek başına varmak gibi. İnsan her yerde turist hissediyor böyle.

Devamını Oku Canım »

Philipp Mainländer/Philosophy of Redemption

Yani, her şeyden önce, dünyadaki her şeyin bilinçsiz bir ölme iradesi olduğunu gösterdim. Bu ölme iradesi, insanlarda yaşama iradesiyle tamamen gizlenmiştir. Çünkü hayat, en aptalların bile açıkça görebileceği gibi, bir ölme metodudur. Sürekli olarak ölürüz, hayatımız yavaş bir ölüm mücadelesidir ve bu mücadeleyi ölüm kazanır her gün, her insana karşı; ta ki herkesin hayat ışığını söndürene kadar.

İnsan, özünde, varlığının ilksel çekirdeğinde, ölümü istemeseydi eğer, şeylerin böyle bir organizasyonu mümkün olabilir miydi? Haydut, hoş bir ölme yöntemi olarak hayatı seçer; bilge ise direkt ölmeyi ister.

Devamını Oku Canım »

Lucius Annaeus Seneca/On Mercy

Roma'da köleleri özgür insanlardan ayırmak için bir yasa teklifi yapılmış. Buna göre kölelere üniforma zorunluluğu filan gelecek işte. Ancak köleler sayılarının çokluğunu görüp çılgın fikirler edinmesin diye reddetmiş senato. 


A proposal was once made in the senate to distunguish slaves from free men by their dress, it then became apparent how great would be the impending danger if our slaves should begin to count our number. 

Devamını Oku Canım »

Plutarch/Parallel Lives

Sezar, Pharmacusa yakınlarında denizde korsanlar tarafından esir alınmış. Korsanlar 20 talent fidye istemiş. Sezar, esirlerinin ne kadar değerli olduğunu anlamadıklarını söylemiş, alay etmiş, 50 talent ödemeyi teklif etmiş. Etrafındakileri para toplamaya yollamış, bu sırada da korsanlarla esir olarak yaşamış 38 gün boyunca, bayağı küçümsemiş ama korsanları. Uykusu geldiğinde susmalarını söylemiş, onlarla egzersiz yapmış, oyunlarına katılmış. Yazdıklarını ve konuşmalarını onlara okumuş, beğenmeyenlere illiterate ve barbar demiş. Sık sık onları çarmıha germekle tehdit etmiş. Fidye toplanıp serbest bırakıldıktan sonra da geri dönüp yakalamış korsanları. Asya valisi ve praetor Junius'a teslim etmiş cezalandırması için. Junius ali cengiz oyunlarına girişince geri almış korsanları ve hepsini çarmıha germiş. Berbat bir esir gerçekten.

After a short stay there with Nicomedes, the king, in his passage back he was taken near the island Pharmacusa by some of the pirates, who, at that time, with large fleets of ships and innumerable smaller vessels infested the seas everywhere.

When these men at first demanded of him twenty talents for his ransom, he laughed at them for not understanding the value of their prisoner, and voluntarily engaged to give them fifty. He presently dispatched those about him to several places to raise the money, till at last he was left among a set of the most bloodthirsty people in the world, the Cilicians, only with one friend and two attendants. Yet he made so little of them, that when he had a mind to sleep, he would send to them, and order them to make no noise. For thirty-eight days, with all the freedom in the world, he amused himself with joining in their exercises and games, as if they had not been his keepers, but his guards. He wrote verses and speeches, and made them his auditors, and those who did not admire them, he called to their faces illiterate and barbarous, and would often, in raillery, threaten to hang them. They were greatly taken with this, and attributed his free talking to a kind of simplicity and boyish playfulness. As soon as his ransom was come from Miletus, he paid it, and was discharged, and proceeded at once to man some ships at the port of Miletus, and went in pursuit of the pirates, whom he surprised with their ships still stationed at the island, and took most of them. Their money he made his prize, and the men he secured in prison at Pergamus, and made application to Junius, who was then governor of Asia, to whose office it belonged, as praetor, to determine their punishment. Junius, having his eye upon the money, for the sum was considerable, said he would think at his leisure what to do with the prisoners, upon which Caesar took his leave of him, and went off to Pergamus, where he ordered the pirates to be brought forth and crucified; the punishment he had often threatened them with whilst he was in their hands, and they little dreamed he was in earnest.

Devamını Oku Canım »

Catullus/Carmen LVII

Everything is turning out well for those disgraceful Cinaedii* 
Caesar and Mamurra** the pathicus* 
No wonder: the stains are equal for both of them, 
But one is from the city and the other is from Formia, 
And they are so ingrained that they cannot be washed out: 
They are diseased equally, and both are twins, 
Both are educated in one little bed, 
Nor is the latter a more gluttinous adulterer than the former; 
They are allied rivals even for little girls. 
Everything is turning out well for those disgraceful Cinaedii*.

* - Cinaedus (in the plural form, Cinaedii) and pathicus are both vulgar and insulting words that refer to sexually perverted individuals.
** - Mamurra was a crony of Julius Caesar whose political history is reviewed by Catullus in Carmen 29.

Pulcre convenit improbis cinaedis,
Mamurrae pathicoque Caesarique.
Nec mirum: maculae pares utrisque,
urbana altera et illa Formiana,
impressae resident nec eluentur:
morbosi pariter, gemelli utrique,
uno in lecticulo erudituli ambo,
non hic quam ille magis vorax adulter,
riuales socii puellularum.
Pulcre conuenit improbis cinaedis.

Sezar ve Mamurra hakkında bayağı homofobik şeyler yazmış. Biraz cumhuriyetçi sanırım...
Devamını Oku Canım »

Hukuk Sosyolojisi Ders Notları

Dr. Furkan Kararmaz'ın derslerinden çıkardığım notlar.

 

Devamını Oku Canım »

Mantıksal Safsatalar

 

Korkuluk Safsatası: Argümana saldırmayı kolaylaştırmak amacıyla yanlış yansıtma.

İng. Fallacy of the Straw-man

Örnek:

Sağlık ve eğitime daha fazla bütçe ayırmamız gerekiyor.

Askeri harcamaları kısıp bizi savunmasız bırakacak kadar ülkeden nefret etmeniz şaşırtıcı.

 

Felaket Tellallığı: A’nın olmasına izin verirsek sonunda Z de kesinlikle yaşanacaktır, o sebeple A’nın olmasına izin verilmemelidir.

İng. Fallacy of Slippery Slope

Örnek: Aynı cinsiyetten insanların evlenmesine izin verirsek nihayetinde kardeşlerin de evlenmesine izin veririz, hatta insanlar eşyaları veya evcil hayvanlarıyla bile evlenebilir.

 

Çifte Standart Safsatası: Kendi iddiasını genel kurala, hayatın olağan akışına tabi tutmamak, iddia deneye tabi tutulduğunda istisnai koşullar gerektiğini ileri sürmek.

İng. Fallacy of Special Pleading

Örnek: Tarot kartlarının doğru çıkması için inanıyor olman gerek, inanmazsan yanlış şeyler çıkar tabii.

 

Kumarbaz Safsatası: Tekrarlanan olayın istatistiki açıdan bağımsız fenomeni de etkilediğine inanmak.

İng. The Gambler’s Fallacy

Örnek: Madeni paranın arka arkaya beş defa tura gelmesinden sonra, bu seriye dayanarak altıncı atışta da tura geleceğine veya tura gelme olasılığının daha yüksek olduğuna inanmak. Aynı örnek tersi için de uygulanabilir: “Bu kadar çok tura geldiğine göre şimdi kesin yazı gelecek.”

 

Siyah – Beyaz Safsatası: Farklı seçenekler mevcutken seçimi iki -genellikle zıt- seçeneğe indirmek.

İng. Black-or-White Fallacy

Örnek: Ya sev ya terket!

 

Yanlış Neden Safsatası: Şeyler arasındaki ilişkiyi birinin diğerinin nedeni olarak varsaymak. Yeterli delil olmaksızın, bir olayı diğer olayın nedeni gibi göstermek.

İng. Fallacy of False Cause

Örnek: Son birkaç yüzyılda sıcaklıklar yükselirken korsan sayısının da azaldığı görüldü; öyleyse geçmişte dünyayı serinletenler korsanlardır, demek ki küresel ısınma yalandır.

 

Ad Hominem: Argümanı çürütmek için argümanın sahibinin kişisel özelliklerine, karakterine saldırmak.

 

Yüklü Soru: İçinde bir varsayım bulunan bir soru sormak.

İng. Loaded Question

Örnek: Suçu işlediğini reddeden sanığa sorulan “Maktulü av tüfeğiyle mi öldürdünüz?” sorusu.

 

Grup Baskısı Safsatası: Bir şeyin popülerliğini o şeyin doğru olduğuna yormak.

İng. Bandwagon, Peer Pressure

Örnek: Allah yoksa bu kadar insan aptal mı ki inanıyorlar?

 

Kısır Döngü Safsatası: Sonucun öncüle dayanak olduğu döngüsel bir argüman kurmak.

İng. Begging The Question

Örnek: Tanrı vardır, çünkü kutsal kitapta öyle yazıyor; kutsal kitaptaki her şey de doğrudur, çünkü Tanrı yanlış yapmaz.

 

Otoriteye Başvurma: Bir otorite figürünün görüşünü argüman yerine kullanmak.

İng. Appeal To Authority

Örnek: Kürtaj cinayettir, çünkü Papa öyle dedi.

 

Doğaya Başvurma: Bir şeyin doğal olmasının onun doğru, geçerli, uygun olduğunu veya tam tersini varsaymak.

İng. Appeal To Nature

Örnek: Esrar bitkidir, doğaldır, kullanabilirsin ama kimyasala bulaşma.

 

Birleştirme / Bölme Safsatası: Bütüne dair bir şeyin parçalar için; parçaya dair bir şeyin bütün veya diğer parçalar için de doğru olduğunu savunmak.

İng. Fallacy of Composition / Division

Örnek: Atomlar gözle görülmez, insanlar atomlardan oluşur, öyleyse insanlar da gözle görülmez.

 

Anekdot Safsatası: Kişisel, öznel, yalın bir deneyimi, özellikle istatistikleri dışlamak için, argüman yerine kullanmak.

İng. Anectodal Fallacy

Örnek: Sigara öldürür diyorlar ama dedem her gün bir paket içiyor ve doksan dört yaşında, turp gibi hâlâ.

 

Duygulara Başvurma: Geçerli bir argüman yerine duygusal bir cevap vermek, duygulara başvurmak.

İng. Appeal To Emotion

Örnek: Yemeğindeki etleri yemeyen çocuğa “Afrika’da insanlar açlıktan ölüyor” demek.

 

“Sen de” Safsatası: Yöneltilen eleştiriye, eleştiriyi yöneltenin de aynı şeyi yaptığını savunarak cevap vermek.

Lat. Ad Hominem Tu Quoque, İng. Fallacy of “You Also”

Örnek: Sigarayı bırak, diyen babaya, sen de içiyorsun, demek.

 

İspat Yükü Safsatası: Hayatın olağan akışına, genel hayat deneyimlerine aykırı bir iddiaya dair ispat yükünün o iddiaya inanmayan, reddedende olduğunu savunmak.

İng. The Burden of Proof Fallacy

Örnek: Tanrı’nın olmadığını kanıtla.

 

Hiçbir Gerçek İskoç Safsatası: Genellemeyi sarsacak örnekleri genellemenin tanımından çıkarıp tanımı değiştirerek genellemeyi savunmak.

İng. No True Scotsman

Örnek: “Hiçbir İskoç porridge’ine şeker katmaz” iddiasının porridge’ine şeker katan bir İskoç ile karşılaştığında “hiçbir gerçek İskoç”a dönüşmesi. Böylece iddiayı savunmak için karşı örneği reddetmeye, tanımdan çıkarmaya başvuruluyor.

 

Texas Keskin Nişancısı Safsatası: İddiayı savunmak için iddiayı destekleyen rastgele verileri öne çıkarıp desteklemeyenleri dışlama. İsmi duvara ateş eden bir Teksaslının mermi izlerinin en yoğun olduğu yerin etrafına hedef tahtası çizip kendisinin keskin nişancı olduğunu iddia ettiği bir fıkradan geliyor.

İng. Texas Sharpshooter Fallacy

Örnek: Bir partinin seçimi kazanacağını iddia edip bu iddiayı destekleyen seçim anketlerini bu iddiaya dayanak olarak kullanırken iddiayı desteklemeyen anketleri dışlamak.

 

Safsata Safsatası: Bir iddia savunulurken mantıksal safsata yapıldığı için o iddianın tamamen yanlış olduğunu savunmak.

İng. The Fallacy Fallacy

Örnek: Appeal To Nature’un örneğindeki esrar ve kimyasal uyuşturucu karşılaştırmasında esrarın sırf doğal olduğu için iyi, kimyasal uyuşturucularınsa sırf doğal olmadıkları için kötü oldukları savunuldu, bu örnekteki mantıksal safsatayı gösterip “Öyleyse kimyasal uyuşturucular esrardan daha zararlı değildir” gibi çıkarımlarda bulunursak, yani sırf argümanda mantıksal safsata var diye sadece o argümanı temel alıp çıkarımda bulunmak.

 

Kişisel İnanmazlık: Bir şeyi anlayamadığı, idrak edemediği için o şeyin yanlış olduğunu savunmak.

İng. Personal incredulity

Örnek: İnsanın maymundan gelmesini inanılmaz bulan birinin evrim teorisini bu sebeple reddetmesi.

 

Belirsizlik Safsatası: Belirsiz, muğlak kelime seçimleriyle yanlış yönlendirmek.

İng. Fallacy of Ambiguity

Örnek: “Kendisine zarar vermesinden korktuğu için” cümlesinde “korkan kişi” kendi kendine zarar veren kişi olabileceği gibi kendisine zarar verileceğinden korkan kişi de olabilir.

 

Genetik Safsata: Bir şeyin doğru veya yanlış olduğuna geldiği yere göre karar vermek.

İng. Genetic Fallacy

Örnek: Hükümetin yolsuzluk yaptığı iddiaları muhalif medyadan geliyor, öyleyse yalandır.

 

Orta Yol Safsatası: Aşırı uçlardaki iki şeyin ortasının, orta yolunun doğru, geçerli, uygun, iyi olduğunu iddia etmek.

Lat. Argumentum ad Temperantiam, İng. Argument to Moderation

Örnek: “Aşı çocuklarda otizme neden oluyor” ve “aşı otizme neden olmuyor” iddialarının orta yolu olan “aşı çocuklarda bazen otizme neden oluyor” iddiasının doğru olduğunu savunmak.

Devamını Oku Canım »