Platon/Devlet

“Dinle, o zaman,” dedi. “Benim fikrimce adalet güçlünün çıkarına olandan başka bir şey değildir.”

Burada başlatıyor Thrasymachus tartışmayı.

“Devletlerin bazılarının tiranlıkla, bazılarının demokrasi ile, bazılarının da aristokrasi biçimiyle yönetildiğini...”

“Güçlü olanlar hükümet koltuğunda oturma kabiliyetine sahip olduklarından, onların çıkarına olan şey adildir.”

Burada devletin şeklinin önem arz etmediğini savunuyor.

“Adaletin birilerinin işine yaradığı, birilerinin çıkarına olduğu konusunda sanırım hemfikiriz. Sen bir ek yapıp adil olanın, güçlünün çıkarına uyan şey olduğunu söylüyorsun; bundan tam emin değilim işte; bunun üzerinde biraz daha düşünmemiz gerekecek.”

Socrates, burada adaletin "bir şeyin" çıkarına hizmet ettiği konusunda konsensusa vardıklarını söylüyor, şeyin ne olduğunu tartışacaklar. Thrasymachus hükmedenin çıkarına diyor.

“Halkın yöneticilerine itaat etmesini doğru bir davranış olarak görüyorsun, değil mi?”

“Evet, öyle!”

Tebaanın, hükümdara itaat etmesi Thrasymachus'un adalet tanımına giriyor. Bu da tartışmanın temel noktalarından biri.

“O zaman yasa yaparken çıkarlarını korumuşlarsa, doğru yapmışlardır, tersi durumda da, yanlış?”

“Öyle, bence.”

“Ve yasalar nasıl olursa olsun, doğru (hukuka uygun) olan davranış, halkın bu yasalara uymasıdır sana göre, değil mi?”

“Şüphesiz.”

Hata yapıp yapamadıklarını tartışıyor burada. Thrasymachus başta yapabileceklerini söylese de ileride bunun günlük dil alışkanlığı olduğunu savunacak. Soyut bir hükümdardan bahsedilince hata yaptığı anda hükümdar olmayı bırakacak, yani sonuç olarak hata yapamaza gelecek.

“Demek ki senin iddiana göre adil (haklı, doğru olan), her zaman kudretli olanların yararına değildir; bunun tersi de söz konusudur?”

Socrates yakalıyor burada ama alçakça yakalıyor. Thrasymachus'un ilk argümanında hata, çelişki var çünkü. Şu üstte bahsedilen hata yapabilme meselesi; hata yaptığında da hala hükümdar olma meselesi; soyut bakma meselesi. İleride sanatlarla daha iyi anlatılacak bu.

“Peki, söyle bakalım Thrasymakhos, adaleti, güçlünün çıkarına olsun veya olmasın, gerçekten de yönetenin kendi çıkarına uyduğunu düşündüğü şey olarak mı görüyorsun? Bunu böyle anlayabilir miyiz?”

“Tabii ki hayır,” dedi. “Yanılan bir insana, yanıldığı anda güçlü mü derim sanıyorsun?”

Thrasymachus argümanındaki bu kabul edilebilir hatayı düzeltiyor burada.

“Sen laf cambazının tekisin, Sokrates. Hastalıkları anlamakta yanılan bir hekime, yanıldığı anda hekim denilebilir mi? Aynı şekilde bir matematikçiye, yanıldığı anda matematikçi denilebilir mi? Doğru, belki hekim, matematikçi ya da öğretmen yanıldı, deriz, fakat bunu lafın gelişi söyleriz.”

Burada bahsedilen mesleklere soyut bakmak. Mesele kanlı-canlı insan bir sanatçıdan, doktordan vs. çıkıp soyut, ideal bir varsayım olan sanatçıya, doktora geçiyor. Thrasymachus gayet haklı bence burada, Sokrates ucuz kelime oyunuyla tartışmayı kazanmaya çalışmış.

“Eğer bir adam gerçekten de işinin ustasıysa, yanılmaması gerekir. Sanatçı, bilge veya yönetici gerçekten de bu tanımları hak ediyorlarsa, asla yanılmazlar. Varsın, yok hekim yanıldı, sanatçı yanıldı, desinler; bunun pek bir önemi yok. Demek istediğimi tam olarak söylememi istiyorsan, ki sen bunu seversin, işinin uzmanı hiç kimse yanılmaz; ama uzmanlık bilgisinin bittiği yerde; orada yanılır; yani uzman olmadığı alanda. Bu bakımdan da her zaman kendi çıkarına olan düzenlemeleri yapar. Halk da bu düzenlemelere uymak zorundadır. Öyleyse başta söylediğimi, şimdi yine tekrarlayabilirim: Adalet, güçlünün (kudretlinin) çıkarına olan şeydir.”

Burada argümanını sağlamlaştırıyor. Hata yapmadığı sürece kendi çıkarına hizmet eder; hata yaparsa zaten "o" değildir, öyleyse problem yok argümanda. (Bu işinin uzmanı vs. yanlış anlaşılmaya açık duruyor ama ulaşılabilecek bir nokta değil o uzmanlık; bir ideal.)

“ … kesin ve tam anlamında hekim, hastaları tedavi ettiğini sanıp para kazanan adam mıdır, yoksa hastaları en iyi şekilde iyileştirmeye çalışan adam mıdır?”

Socrates, burada Thrasymachus'un tanımına uygun doktorun, doktorluğun daha doğru olur belki, özünden bahsediyor. Doktorluk sanatı hastaları iyileştirmektir, özü budur, para kazanmak özü değil, bonusudur gibi.

“Tam o sırada denize açılıp açılmadığını göz önüne almamıza gerek yok sanırım; üstelik (tam o sırada denizdeyse) bu nedenle ona kaptan dememiz gerekmez; hatta böyle yapıyor diye ona tayfa bile diyemeyiz. Bir kaptanı kaptan yapan şey onun tayfaları yönetecek otoriteye ve yeteneğe sahip olmasıdır.”

Kaptanı diğer denizcilerden ayıran, yani kaptan yapan şey diğer denizciler üzerindeki otoritesi. Doktorla benzetince önemli bir nokta.

“Farz edelim ki sen bana ‘Beden kendine yeten bir şey midir, yoksa başka bir şeylere de ihtiyaç duyar mı?’ diye soruyorsun. Ben de sana şöyle cevap veriyorum: ‘Elbette başka şeylere ihtiyaç duyar; mesela bedenimiz hasta düştüğünde tedavi edilmesi gerekir. Bizim modern hekimlik sanatı da beden kusurlu olduğundan ve kendi kendine yetemediğinden bulunmuştur. Bedenin çıkarına onun ihtiyaç duyduğu şeyleri sağlamak için var olmuştur hekimlik sanatı.’ Öyle değil mi?”

Burada sanatların, mesleklerin soyut halleri mükemmel olduğundan bir şeye ihtiyacı olmadıklarını, yani kendi çıkarları için değil konularının çıkarları için var olduklarını anlatıyor.

“O halde hekimlik kendi çıkarını değil, bedenin çıkarını gözetir.”

“Doğru.”

“Seyislik sanatı da aynı şeyi yapamaz mı? Yani, her sanat dışarıdan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadığından kendi nesnesiyle uğraşır, değil mi?”

“Öyle olduğu aşikâr!”

“Sanatlar, sevgili Thrasymakhos, kendi alanlarına giren nesnelere hükmeder, buyruk verirler, değil mi?”

Biraz gönülsüz bir şekilde de olsa bu söylediğimi de kabul etti. (Burada çaktı artık olayı.)

“Öyleyse, bilim ve sanat güçlünün ya da üstünün değil, kendisine tabi olan güçsüzün çıkarını araştırır ve buna göre buyruk verir, değil mi?”

Buralarda artık çürütüyor Thrasymachus’u. Thrasymachus en başta popüler ve makul bir söylemde bulunuyor aslında ama o kadar genelliyor ki soyut adaletin tanımını somut deneyimlerle yapmaya çalışıyor, Sokrates de kolayca çürütüyor bunu. Thrasymachus sonra Sokrates’in de izniyle geliştiriyor bunu. Yine soyut adaleti bu sefer soyut, teorik bir şekilde tanımlamaya çalışıyor. Böylece gittikçe seçkinci, yöneten-yönetilen ayrımı yapan, karamsar bir görüşe yaklaşıyor. Sokrates bunu da çürütüyor. Thrasymachus’un bakış açısı Hobbes’unkine benziyor sanki: herkesin herkese karşı savaşı, homo homini lupus est.. Çok radikal, çok uçlarda, çok kesinci bir bakış; Sokrates sadece dengeli bir konumda durarak rahatça çürütebiliyor o sebeple bence.

“O zaman sevgili Thrasymakhos, yönetici konumunda olan kimse, bu konumda olduğu müddetçe, kendi çıkarına değil de, yönettiği ve üzerinde sanatını uyguladığı kişilerin veya şeylerin çıkarına olan şeyleri gözetir ve bu doğrultuda emirler verip düzenlemeler yapar. Bütün konuşmaları ve eylemlerinde kendine tabi olanların ve inananların yarar ve iyiliklerini kollar.”

Son darbeyi vuruyor Sokrates. Bakalım Thrasymachus nasıl cevap verecek?

“Söyle bana Sokrates, senin bir dadın var mı?”

Süper cevap.


Devamını Oku Canım »

Robert Desnos/Seni O Kadar Düşledim Ki

seni o kadar düşledim ki, gerçekliğini kaybediyorsun artık.

bu sıcak tene dokunmaya, 

bu canım sese can veren dudakları

öpmeye kaldı mı zaman hala?


seni o kadar düşledim ki, gölgeni kucaklarken 

göğsümde kavuşmaya alışmış kollarım 

bedeninin şekline bürünemez belki de.

ve günlerce, yıllarca aklımdan çıkmayan,

bana hükmeden şeyin gerçek görüntüsü karşısında

bir gölge olacağım kuşkusuz.

ah şu duygusal denge.


seni o kadar düşledim ki, 

artık uyanmaya vaktim yok kesinlikle.

ayakta uyuyorum, göğsüm açık

hayatın ve aşkın ve senin tüm formlarına. 

sen, artık benim için önemli tek insan, 

önüme çıkan ilk dudak, ilk alından

daha zor dokunurdum

herhalde senin alnın ve dudaklarına.


seni o kadar düşledim ki, o kadar

yürüdüm, konuştum, yattım ki hayaletinle

bana tek kalan,

hayaletler arasında hayalet

ve hayatının güneş saati etrafında

neşeyle dolanan, dolanacak gölgeden

yüz kat daha gölge

olmaktır belki de.

Devamını Oku Canım »

Dunya Mikhail/Beş Dakika

 beş dakika içinde, dünya sona erecek...

komşu dükkandaki esnaf

"kapalı" yazısını astı şimdi

ve çıkıp gitti

iş için zaman kalmadığını biliyormuş gibi. 

başka dükkanlar açık.

sahipleri hala işe boğulmuş

ama dünya sona erecek...

neşeli bir grup oğlan

hızla geçiyor sokaktan;

arkalarından bir köpek

yaşlı bir adamı gezdiriyor.

trafik ışıkları kırmızı.

otobüs şoförü hafifçe düzeltiyor

dikiz aynasını.

birkaç sahne daha

oynuyor aynada hala.

şoför gidiyor şimdi.

ışık yeşil.

değişmeye devam edecek

beş dakika sonra bile!

genç bir adam saatine bakıyor

sıradaki otobüsü beklerken...

parkta bir çift, heykelleri geçiyorlar yürürken

ve gülümsüyorlar güneşin altında.

heykeller umursamaz.

sertçe bakıyorlar yokluğa.

bir turist merak içinde dolanıyor

ve fotoğraflarını çekiyor yakında var olmayacak şeylerin.

orada, beyaz hastahanede,

kadınlar yeni çocuklar doğuruyor

çok geç.

bebekler göçüp gidebilir

isimleri olmadan.

odalarından birinde

sonsuza kadar

kalacaklar test tüplerinde

yerinde duramayan 

deney faresi

sonunda kurtulurken

her zaman izleyen dev gözden.

deney zor değil

ama zaman tükenecek

cevaptan önce.

ve artık önemli olmayacak

bilip bilmediğin.

gülleri kokla ve devam et.

gül her zaman bilir

dünyanın beş dakika içinde sona ereceğini...

mağaza vitrinindeki mavi gömlek

güzel duruyor mankenin üstünde.

genç bir kadın, arkadaşıyla

döner kapılardan içeriye giriyor

yüksek bina tarafından yutulmak üzere...

duvarda, süslü reklamlar:

DEV İNDİRİM!

KIRIŞIKLAR İÇİN YENİ İLAÇ!

SİGARA SAĞLIĞINIZA ZARAR VERMEZ!

ama dünya sona erecek...

korunaklı şehrindeki

korunaklı sarayının

korunaklı odasında

elmayı ısırıyor tiran

televizyonda kendini izlerken.

kim inanır beş dakika içinde

tahtını bırakacağına?

bir sanık daha müebbet ceza alıyor.

avukatı temyize gidecek

ama dünya...

yolcular çıkış kapısını itiyor

gelenler giriş kapısından giriyor.

bir kadın valizini bırakıp yere

el sallıyor.

(ben değilim o.)

bir erkek de ona el sallıyor havaalanı camının arkasından.

(sen değilsin o.)

tanışıyorlar mı bilmiyorum

ya da zaman...

o üniversite öğrencisi

trenle seyahati tercih ediyor.

pek de önemi yok artık bunun.

bir arkadaşıyla sözleşti

pikniğe gitmeye.

bilmiyorum piknik mi önce bitti dünyadan

yoksa dünya mı önce bitti piknikten!

bana gelince, mektup yazıyorum ben.

sanırım bitmeyecek

beş dakika içinde.


Devamını Oku Canım »

Zbigniew Herbert/From the Top of the Stairs

tabii ki

merdivenin tepesindekiler

biliyorlar

her şeyi biliyor onlar


bizim durumumuzsa farklı

biz hücreleri süpürenler

daha iyi bir geleceğin rehineleri

merdivenin tepesindekiler

nadiren de olsa görünür bize

susturan parmaklarıyla dudaklarındaki


sabırlıyız biz

karılarımız yamıyor pazar gömleklerimizi

gıda tayınlarından konuşuruz biz

ayakkabı fiyatlarından

cumartesileri başımızı geriye yaslayıp

içeriz


bizler

yumruklarını sıkan

zincir sallayan

konuşan soran

heyecanın ateşiyle

isyana çağıran

durmadan konuşup sorgulayanlardan değiliz


işte onların peri masalı -

merdivenlerine hücum edip

fırtınayla yakalayacağız onları

zirvedekilerin kelleleri

yuvarlanacak basamaklardan

ve sonunda dikeceğiz gözümüzü

o yükseklikten görünebileceklere

geleceğe

boşluğa


kellelerin yuvarlanışını

görmek değil arzumuz

kellelerin ne kolay yetiştiğini biliyoruz çünkü

biliyoruz tepede her zaman bir

veya üç tanesinin kalacağını

dipte kalansa süpürge ve küreklerden kalan karanlık


bazen merdivenin

tepesindekileri düşünüyoruz

aşağıya

bizlere gelip

-biz gazetenin üstünde ekmek yerken-

şunu söylediklerini


- hadi konuşalım

erkek erkeğe

posterlerde çığırılanlar gerçek değil

gerçeği mühürlü dudaklarımızda saklıyoruz

çünkü zalimdir gerçek ve çok ağır

o yüzden yükü kendimiz taşıyoruz

mutlu değiliz

ve memnuniyetle burada

kalırız


hayal tabii bunlar

gerçek olabilirler

olmayabilirler de

ondan ki devam edeceğiz 

işlemeye hücremizi

çamurdan hücremiz

taştan hücremizi


yorgun bir kafa

kulak arkasında bir sigara

ve içinde tek damla umut olmayan bir kalp ile

Devamını Oku Canım »

Zbigniew Herbert/The Seventh Angel

yedinci melek

tamamen farklıdır

adı bile farklı

şemkel


cebrail gibi değil

ihtişamlı

muhafızı tahtın ve

baldakenin


istafil de değil o

koronun akortçusu


ve yine değil bir

azrail

gezegeni süren

sonsuzluğun bilirkişisi

teorik fiziğin mükemmel kalesi


şemkel

siyah ve gergindir

ve defalarca ceza yemiştir

yasadışı günahkar ithalatından


arafın

ve cennetin arasında

fıtı fıtı yürür dinlenmeden


haysiyet duygusu yok onun

ve ekipte tutulmasının tek nedeni

yedi rakamına verilen önem

ama diğerleri gibi değil o


değil orduların atamanı

mikail gibi

elyaf gibi tüylerden


azrafil gibi değil

kainatın iç mimarı

süslü bitki örtüsünün gardiyanı

parıltılı kanatları iki meşe ağacı gibi


dedrail gibi bile değil

apolojist ve kabalist


"şemkel şemkel"

diye söylenir melekler

"neden mükemmel değilsin"


bizans ressamları

tüm yediliyi çizerken

şemkel'i de aynı

diğerleri gibi çizdiler


korktular çünkü

sapkınlığa düşmekten

eğer çizselerdi onu

olduğu gibi

siyah gergin

eski püskü halesinde

Devamını Oku Canım »

Zbigniew Herbert/Episode

deniz kıyısında yürüyoruz

ellerimizde sıkıca tuttuğumuz

iki ucuyla antik bir diyaloğun.

- beni seviyor musun?

- seni seviyorum.


çatık kaşlarla

özetliyorum tüm bilgeliğini

iki ahitin,

astrologların, kâhinlerin,

bahçe filozoflarının *

ve inzivadaki filozofların.


ve şöyle geliyor kulağa:

- ağlama

- cesur ol

- bak herkes nasıl


dudaklarını büzüyor ve diyorsun ki:

- din adamı olmalıydın sen

ve usanmış, çekip gidiyorsun

kimse sevmez ahlakçıları


ne demeliyim kıyısında

küçük, ölü bir denizin


yavaşça dolduruyor su

yerini yok olan ayak izlerinin


*philosophers of the gardens: epicurus'un öğrencilerinden bahsediyor sanırım.


Devamını Oku Canım »

Thomas Sankara/A United Front Against Debt

Sankara 15 Ekim 1987'de öldürülüyor. Konuşma harika, yaptıkları harika, Afrika için hala çok önemli bir sembol. Sanırım koşullar ne olursa olsun veya koşullar sayesinde büyük insanlar ortaya çıkıp umut verebiliyor bir şekilde. Dünyaya karamsar bakmak çok da mantıklı değil belki de.

Delivered:
 In French, on 29 July 1987, at the summit of the Organization of African Unity held in Addis Ababa, Ethiopia.

Mister President, Heads of Delegations,

At this moment I would like for us to speak about another pressing issue: the issue of debt, the question of the economic situation in Africa. It is an important condition of our survival, as much as peace. And this is why I have deemed it necessary to put several supplementary points on the table for us to discuss.

Burkina Faso would like to first of all talk about our fear. Our fear is that there are ongoing United Nations meetings, similar meetings, but less and less interest in what we are doing.

Mister President, how many African heads of state are present here when they have been duly called to come speak about Africa in Africa?

Mister President, how many heads of state are ready to head off to Paris, London, or Washington when they are called to a meeting there, but cannot come to a meeting here in Addis-Ababa, in Africa?

I know some of them have valid reasons for not coming. This is why I would suggest, Mister President, that we establish a scale of sanctions or penalties for the heads of state who do not presently respond to the call. Let’s make it so that through a set of points for good behavior, those who come regularly – like us, for example – can be supported in some of their efforts. For example: the projects that we submit to the African Development Bank should be multiplied by a coefficient of Africanness. The least African should be penalized. With this, everyone will come to the meetings.

I would like to say to you, Mister President, that the debt issue is a question we cannot hide. You yourself know about something in your country where you have to make courageous decisions, reckless even – decisions that do not seem to be related to your age or gray hair. His Excellency, the President Habib Bourguiba, who could not come but had us deliver an important message given this other example in Africa, when in Tunisia, for political, social, and economic reasons, has also had to make courageous decisions.

But Mister President, are we going to continue to let the heads of state individually seek solutions to the debt issue at the risk of creating social conflicts at home that could put their stability in jeopardy and even the construction of African unity? The examples I have mentioned – and there are others – warrant that the UN summits provide a reassuring response to each of us in regards to the debt issue.

We think that debt has to be seen from the perspective of its origins. Debt’s origins come from colonialism’s origins. Those who lend us money are those who colonized us. They are the same ones who used to manage our states and economies. These are the colonizers who indebted Africa through their brothers and cousins, who were the lenders. We had no connections with this debt. Therefore we cannot pay for it.

Debt is neo-colonialism, in which colonizers have transformed themselves into “technical assistants.” We should rather say “technical assassins.” They present us with financing, with financial backers. As if someone’s backing could create development. We have been advised to go to these lenders. We have been offered nice financial arrangements. We have been indebted for 50, 60 years and even longer. That means we have been forced to compromise our people for over 50 years.

Under its current form, controlled and dominated by imperialism, debt is a skillfully managed reconquest of Africa, intended to subjugate its growth and development through foreign rules. Thus, each one of us becomes the financial slave, which is to say a true slave, of those who had been treacherous enough to put money in our countries with obligations for us to repay. We are told to repay, but it is not a moral issue. It is not about this so-called honor of repaying or not.

Mister President, we have been listening and applauding Norway’s prime minister [Gro Harlem Brundtland] when she spoke right here. She is European but she said that the whole debt cannot be repaid. Debt cannot be repaid, first because if we don’t repay, lenders will not die. That is for sure. But if we repay, we are going to die. That is also for sure. Those who led us to indebtedness gambled as if in a casino. As long as they had gains, there was no debate. But now that they suffer losses, they demand repayment. And we talk about crisis. No, Mister President, they played, they lost, that’s the rule of the game, and life goes on.

We cannot repay because we don’t have any means to do so.

We cannot pay because we are not responsible for this debt.

We cannot repay but the others owe us what the greatest wealth could never repay, that is blood debt. Our blood had flowed. We hear about the Marshall Plan that rebuilt Europe’s economy. But we never hear about the African plan which allowed Europe to face Hitlerian hordes when their economies and their stability were at stake. Who saved Europe? Africa. It is rarely mentioned, to such a point that we cannot be the accomplices of that thankless silence. If others cannot sing our praises, at least we must say that our fathers had been courageous and that our troops had saved Europe and set the world free from Nazism.

Debt is also the result of confrontation. When we are told about economic crisis, nobody says that this crisis has come about suddenly. The crisis had always been there but it got worse each time that popular masses become more and more conscious of their rights against exploiters. We are in a crisis today because the masses refuse that wealth be concentrated in the hands of a few individuals. We are in crisis because some people are saving enormous sums of money in foreign bank accounts that would be enough to develop Africa. We are in a crisis because we are facing this private wealth that we cannot name. The popular masses don’t want to live in ghettos and slums. We are in a crisis because everywhere people are refusing to repeat the problems of Soweto and Johannesburg. There is a struggle, and its intensification is worrying to those with financial power. Now we are asked to be accomplices in a balancing – a balancing favoring those with the financial power; a balancing against the popular masses. No! We cannot be accomplices. No! We cannot go with those who suck our people’s blood and live on our people’s sweat. We cannot follow them in their murderous ways.

Mister President, we hear about clubs – the Rome Club, Paris Club, club whatever. We hear about Group of Five, Group of Seven, Group of Ten, and maybe Group of One Hundred. And what else? It is normal that we too have our own club and our own group. Let’s have Addis-Ababa become now the center from which will a new beginning will emerge. An Addis-Ababa Club. It is our duty to create an Addis-Ababa united front against debt. That is the only way to assert that the refusal to repay is not an aggressive move on our part, but a fraternal move to speak the truth. Furthermore, the popular masses of Europe are not opposed to the popular masses of Africa. Those who want to exploit Africa are those who exploit Europe, too. We have a common enemy. So our Addis-Ababa Club will have to explain to each and all that debt shall not be repaid. And by saying that, we are not against morals, dignity and keeping one’s word. We think we don’t have the same morality as others. The rich and the poor do not have the same morality. The Bible, the Koran cannot serve those who exploit the people and those who are exploited in the same way. It could be used in favor of both sides, there should be two different editions of the Bible and two different editions of the Koran. We cannot accept to be told about dignity. We cannot accept to be told about the merit of those who repay and the mistrust toward those who do not. On the contrary, we must recognize today that it is normal for the wealthiest to be the greatest thieves. When a poor man steals it is merely a theft, a petty crime -- it is solely about survival and necessity. The rich are the ones who steal from the treasury, customs duties, and who exploit the people.

Mister President, my proposal does not aim to simply provoke or create a spectacle. I would just like to say what each one of us thinks and wishes. Who here doesn’t wish for the debt to be canceled outright? Whoever doesn’t, can leave, get into his plane and go straight to the World Bank to pay! All of us wish for this…my proposal is nothing more. I would not want people to think that Burkina Faso’s proposal is coming on behalf of youth without maturity or experience. I would not want people to think either that only revolutionaries speak in this way. I would want one to admit it is merely objectivity and obligation. And I can give examples of others who have advised not to repay the debt – revolutionaries and non-revolutionaries, young and old. I would mention Fidel Castro, for example, who said not to repay; he is not my age, even though he is a revolutionary. I would also mention François Mitterand, who said that African countries, poor countries, could not repay. I would mention Madam Prime Minister [Norwegian Prime Minister Gro Harlem Brundtland] – I don’t know her age and I would begrudge myself to ask her – but it’s an example. I would also mention President Félix Houphouët-Boigny; he is not my age but he officially, publicly, declared that, at least as far as his own country is concerned, Ivory Coast cannot repay. Now, Ivory Coast is among the wealthiest countries in Africa, at least Francophone Africa; that is also why it naturally has to pay a larger share here. Mister President, this is definitely not a provocation. I would like you to offer us some very intelligent solutions. I would want our conference to take on the urgent need to plainly say that we cannot repay the debt. Not in a warlike or bellicose spirit – but to prevent us from being individually assassinated. If Burkina Faso stands alone in refusing to pay, I will not be here for the next conference! But, with everyone’s support, which I need, with the support of everyone we would not have to pay. In doing so, we would devote our meager resources to our own development.

And I would like to conclude by saying that each time an African country buys a weapon, it is against an African country. It is not against a European country, it is not against an Asian country. It is against an African country. Consequently, we should take advantage of the debt issue to solve the weapons problem. I am a soldier and I carry a gun. But Mister President, I would want us to disarm. Because I carry the only gun I have and others have concealed guns or weapons that they have. So my dear brothers, with everyone’s support, we will make peace at home. We will also make use of our immense potentialities to develop Africa, because our soil and subsoil are rich. We have enough bodies and and a vast market – from North to South, East to West. We have enough intellectual capacity to create or at the very least use technology and science from wherever we find it.

Mister President, let us form this Addis-Ababa united front against debt. Let’s make the commitment to limiting armaments amongst weak and poor countries. The clubs and knives we buy are useless. Let’s also make the African market be the market for Africans: produce in Africa, transform in Africa, consume in Africa. Let’s produce what we need and let’s consume what we produce instead of importing. Burkina Faso came here showing the cotton fabric produced in Burkina Faso, weaved in Burkina Faso, sown in Burkina Faso, to dress citizens of Burkina Faso. Our delegation and I are dressed by our weavers, our peasants. There is not a single thread coming from Europe or America. I would not do a fashion show, but I would simply say that we must accept to live as African – that is the only way to live free and dignified.

I thank you, Mister President.

Patrie or death, we will overcome!

Devamını Oku Canım »

Heinrich Heine/Morfin

ayna gibi bir benzerlik olsa da o iki

parlak, genç görünüşlü figür arasında

biri soluk görünüyor diğerinden, daha sade,

hatta söyleyebilirim ki daha mükemmel, daha seçkin

ondan, beni güvenle kollarına alandan,

-ne yumuşak ve sevgi dolu gülümsemesi, nasıl da kutsanmış bakışı!-

o zaman beyaz afyondan çelengi

dokunmuş olabilir bazen

ve kovmuş acıyı zihnimden yabancı kokusuyla.

ama geçici bu. şimdi ben sadece iyi olabilirim

diğeri, ciddi ve soluk büyük kardeş,

indirirken karanlık meşalesini.

uyku çok iyi, ölüm daha da ama

muhakkak hiç doğmamış olmaktır en iyisi. 

Devamını Oku Canım »