1.
Vicdanlı ve onurlu hiçbir insanın yapmaması gereken bir şey yaptık birkaç
yıl önce hayatımın aşkıyla. Bu yüzden bir acı paylaştık ki birbirimizin yüzüne
bakamaz olduk. O bakamaz oldu daha doğrusu, ben de ayak uyduruyorum işte. Arada
bakıyorum belki rastlaşırız diye ama yok, o gerçekten bakamaz olmuş.
Bakamazlığı da idrak edemedim hiçbir zaman. Ben bakabilirim gayet, hep
bakabildim; yoğun hissettiğim şeyler olmuyor artık gözlerime hükmedecek kadar.
Belki aşk... Hayır, aşk öldü.
2.
Duvar saati. Uzun, ahşap, sarkaçlı, duvara çivili. Ortasında, camın
arkasında, duruyor saat. Camda beyaz bir yıldız var. Kazımaya girişiyorum bu
yıldızı tırnağımla, kabartı bile hissetmiyorum. Aklım almıyor, önceki gün yere
düşmüştü bu koyu beyaz yıldız. Kabartmalı salon halısının üstüne. Parmaklarımla
kaldırıp yerine, cama yapıştırmıştım yıldızı. Çıkabilen bir yıldızdı o,
düşebilen. Kazıyorum, ayaklarım bazen aşağıya çekiliyor çıktığım kanepenin üst
kısmından.
Çok düştüm o kanepenin üst kısmından; her seferinde biraz şaşırdım, biraz
kırıldım. Çok çıktığım için çok düştüm, ki düşebileceğimi de biliyordum. Risk
almayı öğrenmiş, katlanmayı anlamamıştım daha. Kazıyorum ve aklım almıyor. Pes
ediyor ve anneme soruyorum, ivedilikle geçiştiriliyorum. Boyumuz kısayken veya
sakalımız yokken sık sık geçiştiriliriz. Yıllar geçtikçe unutulur bu
geçiştirilmeler, hatırlamak emek ve biraz da haksız suçlama ister.
3.
Tamamen saf, pür tek anım o akşamdı; aksini kanıtlamaya çalıştım zihnime
ama hayır, kesinlikle oydu.
En yoğun duygularımızı bile yaşarken günlük hayatça sabote ediliriz. Terk
edildikten sonra şerefsiz yatağımıza uyguladığımız o çaresiz ve amaçsız ama en
azından edebi uzanışımızı, telefondan açtığımız mayın tarlası oyunuyla
kirletebiliriz. Dünyanın (o an için) en güzel kadınına aşk dolu bakışlarla
dalmaya çalışırken asıl daldığımız barın penceresinden görünen kırmızı ışıklı
aptal tabeladaki yazı olabilir. Öperken yeni tanışılmış dudakları, saçlar
girebilir dudaklarımızın arasından. Cenazede dolu gözlerimize (içten bir
doluluk bu gerçekten) rağmen o filmin o sahnesi hakkında beyin yoran
düşüncelerle boğuşabiliriz.
O akşam hayat sızamamıştı hislerime.
O akşam sadece ben vardım. Gülümsüyordum ve biramı getiren garsona teşekkür
etmek bile gelmemişti aklıma.
4.
Olmuyor, dedi, seninle a… Sustu. Nefret ediyorum ciddi konuşmalardan,
hiçbir şey gerçek gelmiyor artık. Ne diyeceğini ve ne kadar sıkıcı olacağını
tahmin edebildim hemen. Orada bulunuyor olmanın garipliğini ve bunun yaşattığı
rahatsız edici ama acınası yabancılığı hissedebiliyor musunuz,
bilmiyorum.
Kimseyle uzun süre paylaşılmamalı böyle güçlü şeyler. Sıkıcıyız çünkü,
insanız. Bilmemkaç yıllık hayatlarımıza sığdırdığımız kişilikler, arzularımız
sayesinde seksileştirdiğimiz oryantasyon sırasında gösterdiğimiz kadar karmaşık
değil. Seninle alakalı değil, bile diyebiliyoruz işte. Beş yıl önce olsaydı,
art niyet olmaksızın, dalga geçerdim bu kesilmiş cümleyle. Kahkaha atardı
utanmazca, belki üstüme atlardı, omuzuma gülünç bir yumruk atardı belki, belki
ısırarak öperdi beni. Artık sadece pasif-agresif şakalar yapabiliyorum beni bir
zamanlar (bu da içten) sevmiş insana, kimsenin sevmediği kadar.
Perşembe, saat dokuz buçuk. Blues söylüyor şimdi Odin’de Nejat
Yavaşoğulları’na benzeyen yaşlı adam. Eminim böyle anılmaktan nefret
ediyordur.
“Ne yapmak istersin?” dedim sinirim bozulmuş gibi yaparak. Umurumda değildi
o an hissettikleri. Bir süredir umurumda değildi. Hiçbir şey umurumda değildi
bir süredir. Kayda değer hiçbir şey yapmıyor, ruhsuzca yaşıyordum. Zaman
geçirmek için yaşıyordum. Bu statükocu yaklaşımım, başlarda işe yarayıp zamanı
geçirmemi sağlamış olsa da aylar birer birer geçtikçe geometrik bir artış
kazanan manevi karın ağrılarımın fısıldamalarıyla, kendisinin işlevine olan
umarsız güvenimi kaybetti.
Suratıma küçümseyerek baktı: Tanımıştı yapmacıklığımı, eskiden olsa
utanırdım. Masanın üstünde duran sigara paketime uzandı...
5.
Hayat anlamsızdır; bundan şüphe etmedim, etmem. Başkalarının hayatı zaten
anlamsızdır ama kendi hayatımız da anlamsız. Sekiz milyar insan, sekiz milyar
hayat var. Yaşadığımız her şeyi en az bir insan yaşadı. En özel duygularımız
bile o kadar yaygın ki isim koyduk bunlara insanlık olarak üzerinde uzlaşıp.
Ömrümüzün varoluşa oranı sıfıra o kadar yakın ki sıfır diyebiliriz.
Yokuz. Yukarıda veya aşağıda bir şey yok, birbirimize anlaşılmaz yollarla
bağlı değiliz, hiçbir ilahi gücün adaletini tatmayacağız ve bazı sevdiklerimiz
cesetleşti beyinleri öldüğü için.
Sekiz milyar insan, sekiz milyar hayat var ve hiçbirinin önemi yok.
6.
Mum yakmama çok güldü. Gözleri kızarmış, çabuk kızarır gözleri. Yatağa attı
kendini hala gülerek. Gömleğimi çıkardım gülmesini izlerken. Yatağa yaklaştım,
kendine çekti beni ve muma bakıp yine güldü. Dudaklarını öptükten sonra doğrulup
suratını inceledim meğerçokkomik mum ışığında. Şaşkın bir gülümsemesi var çok
mutlu olduğunda görebildiğim; gözleri açılmış sonuna kadar, berbat bir şaka
yapmaya hazırlanıyor gibi. Çok seviyorum bu halini.
Vazgeçiyor şaka yapmaktan. Doğrulup üstünü çıkarıyor ve kahkahalara
boğuluyor. Şimdi gerçekten şaşkınım; gülmekten içine kaçan nefesiyle üçüncü
üflemede söndürebiliyor mumu. Tanıştıklarında bile tanıdık gelen iki ten
değiyor birbirilerine.
7.
Hatırladığım en eski anım bu: Teyzemin eski evindeyiz. Koltuklar, kanepeler
ve birkaç sandalye devasa kadınlarla dolu. Herkes konuşuyor ve hepsinin bütün
dikkati sohbette. Bacaklarım kadar uzun ve benden biraz daha geniş bir saksının
yanındayım. Sihirli fasulye gibi tavana yükselmiş uzun, ince bir bitki...
Başımı kaldırmış tavanı delmesini bekliyorum.
Hayat mucizelerle dolu.
8.
Bir haftasonu kavuşabilmiştik sonunda. Dönmüştü farklı bir denizi olan
şehrinden. Havaalanından eve gidene kadar garip davrandı biraz ama umursamadım,
tuhaf biriydi zaten. Nihayet çelik kapıyı açtığımda gözlerinden yaşlar
akıyordu, onu bu halde çok az görmüştüm. Sözünü kesip sarıldım ona. Omuzumu
ıslattı ağlayarak. Önemli değil, dedim, olur öyle.
9.
Güneşin yakmadığı, hafif esintili, çimenleri esrar kokan bir bahar günüydü.
Bilmiyorum, doğru olmayabilir bu. Yağmur yağıyordu belki de. Belki de Akdeniz
sıcağı bunaltıyordu beni. Önemli değil havanın nasıl olduğu. Hava geçmişteki
güzel günün metaforu. Ondan bahar, ondan hafif esiyor; gülümsemenin hatırına...
Mutlu ve hayat dolu hissettiğim nadir aralıklardan biriydi. Erken uyanıp
uzun uzun yürüyordum, derslerim yoğun değildi ve okulumun son yılıydı, birkaç
ay sonra mezun olacaktım. Kendimi ve çevremdekileri seviyordum, günlerim hızlı
geçiyordu. Her şey harika olabilirdi.
Mutluluk dağılımında toplumsal adalet yoktur. Mutlu olanlar daha mutlu;
mutsuz olanlar daha mutsuz oluyor çoğu zaman. Benim de böyle bir dönemde
katlandı mutluluğum. İnsanlar acılar içinde günlerini bitirip ömürlerini
eksiltmeye çalışırken yeni tanıştığım güzel bir insanla sigara dönüp bulutları
izledik kampüsteki açık hava tiyatrosunda. Ne kadar ilginç insanlar
olduğumuzdan bahsetmedik, birbirimizin soyisimlerini öğrenmedik, bölümlerimiz
hakkında konuşmadık ama bazı bulutlara ikimiz de hayran kaldık. Çok fazla güldük.
Dingin bir heyecan vardı üzerimde. Derse gitmesi gerektiğinde üzülmedim
ama. Numaramı istememiş olsa da yeniden karşılaşacağımızdan emindim o taş
oturaklarda. Basamaklardan indim, başım dönüyordu biraz, fakülteye doğru
giderken yolumu değiştirdim istemsiz. Derse gidemezdim, o an hiçbir havayı iki
yüzden fazla insanla paylaşmak istemedim, hiçbir şey hakkında düşünmeyi de
istemedim.
Kampüsten çıktım, ne kadar yürüdüğümü hatırlamıyorum ama kendimi bara
attığımda epey yorulduğumu fark ettim. Bir aynadaki yansımama bakıp
gülümseyecek kadar tatlı hissediyordum.
Ona o gün âşık olduğumu düşünmek istiyorum bazen. Doğru değil tabii ki bu
ama insan bu doğaüstü hisleri, zihinde güçlü bir yeri olan anılara bağlamak
istiyor işte, zirvede hissettiğini en başta da hissetmiş olmak istiyor.
10.
Alçak bir insan olduğum için güzel hatırlamam gereken anılarımı, pek
bakmadığım köşelerine sıkıştırıyorum zihnimin. Elimden tutup koşturması beni
barlarla dolu sokakta kahkahalarla, hastayken atkımı maskeleştirip (bulaşmıştı yine
de) yanıma sokulması, uyurken elimi tutup karnına götürüşünü, doğum günüm için
aldığı hediyeleri dayanamayıp birkaç gün öncesinde vermesi ve her seferinde
buna pişman olması...
Arkadaşlarımızla kutladığımız sarhoş ve eğlenceli yılbaşı gecesinde kimse
fark etmeden sıvışmıştım yatak odasına. O güzel gecede, sanırım içimdeki bir
şeyler bozuk olduğu için, hüzünden dolmuştu gözlerim. Odaya gelip beni o halde
gördüğünde şaşırmamıştı bile. Ben de toparlanma gereği duymadım nedense.
Misafirlerimizi bir an bile umursamadan uzandı yanıma. Hiç olmadığım kadar
savunmasızdım ama içim bir anda huzurla dolmuştu.
Beni yerden yere vurması gereken o cenazenin gecesinde yatakta uzanırken
hiçbir şey, hiçbir acı hissetmediğimi, kendimden belki de tiksinerek,
anlattığımda bile sevebilmişti beni.
11.
Daha dramatik olacağını sanıyordum tüm bunların. İçimin acıyacağını, son
kez dönüp bakacağımı, sarılacağımızı, belki güzel veda sözleri… Evi ben terk
ettim.
İnsanlar, birbirilerine doyabilirler.
12.
Sonra kalıyorum bir başıma. Kırmızı ışıklı bir barda, dibinde ateşin. Gözlerim
kanlıydı en son ve a Whiter Shade of Pale çalıyor. Gülümsüyorum. Ölmek
istiyorum.
13.
O saatin camındaki koyu beyaz yıldız hiçbir zaman yere düşmedi.
O saksı o kadar da büyük değildi ve o bitki tavanı delemezdi.
O romantik, filmsi anları başkalarıyla da yaşayabilirdim.
Anılarım gerçek değil. Yaşadığım şeylerin çok da bir önemi yok.
Dönüp baktığımızda çoktan karar vermişizdir aslında ne olacağına.
Anılarımız, kararımıza uygun bir yaklaşımla dönüşmüştür; yüce hislerimiz birer
birer ölmüştür. Elimizde kalan bir hayat var, onu da bir an önce bitirmek gerek
paylaşmaktansa.
14.
Hayat, saçma sapandır.