Kavafis/They Should Have Provided

I have almost been reduced to a homeless pauper.

This fatal city, Antioch,
has consumed all my money;
this fatal city with its expensive life.

But I am young and in excellent health.
My command of Greek is superb
(I know all there is about Aristotle, Plato;
orators, poets, you name it.)
I have an idea of military affairs,
and have friends among the mercenary chiefs.
I am on the inside of administrati on as well.
Last year I spent six months in Alexandria;
I have some knowledge (and this is useful) of affairs there:
intentions of the Malefactor, and villainies, et cetera.

Therefore I believe that I am fully
qualified to serve this country,
my beloved homeland Syria.

In whatever capacity they place me I shall strive
to be useful to the country. This is my intent.
Then again, if they thwart me with their methods —
we know those able people: need we talk about it now?
if they thwart me, I am not to blame.

First, I shall apply to Zabinas,
and if this moron does not appreciate me,
I shall go to his rival Grypos.
And if this idiot does not hire me,
I shall go straight to Hyrcanos.

One of the three will want me however.

And my conscience is not troubled
about not worrying about my choice.
All three harm Syria equally.

But, a ruined man, why is it my fault.
Wretched man, I am trying to make ends meet.
The almighty gods should have provided
and created a fourth, good man.
Gladly would I have joined him.
Devamını Oku Canım »

Kavafis/In 200 B.C.

“Alexander, son of Philip, and the Greeks except the Lacedaimonians...” We can very well imagine how completely indifferent the Spartans would have been to this inscription. “Except the Lacedaimonians”— naturally. The Spartans weren’t to be led and ordered around like precious servants. Besides, a pan-Hellenic expedition without a Spartan king in command was not to be taken very seriously. Of course, then, “except the Lacedaimonians.” That’s certainly one point of view. Quite understandable. So, “except the Lacedaimonians” at Granikos, then at Issus, then in the decisive battle where the terrible army the Persians mustered at Arbela was wiped out: it set out for victory from Arbela, and was wiped out. And from this marvelous pan-Hellenic expedition, triumphant, brilliant in every way, celebrated on all sides, glorified as no other has ever been glorified, incomparable, we emerged: the great new Hellenic world. We the Alexandrians, the Antiochians, the Selefkians, and the countless other Greeks of Egypt and Syria, and those in Media, and Persia, and all the rest: with our far-flung supremacy, our flexible policy of judicious integration, and our Common Greek Language which we carried as far as Bactria, as far as the Indians. Talk about Lacedaimonians after that!

Devamını Oku Canım »

Erlend Loe/Doppler

dün bütün gün ufaklıkla çadırda uzanıp havadan sudan konuştuk. ona su verdim, taze dallar koparıp getirdim; ben de ateşin korları arasında büyük et parçaları pişirip yedim. kürkünü tarağımla tımarlarken, insanların binlerce yıldır eğlence olsun diye değil, hayati bir ihtiyaçtan dolayı geyik avladığını anlattım ona, pedagojik bir biçimde. hayvan topluluklarının sınırsızca büyümesi felaketlere yol açar, dedim; ne dediğimi ben de pek bilmiyordum, buna benzer bir şeyi ya bir yerlerden duymuştum ya da bir yerde okumuştum, o yüzden böyle söyleyiverdim. geyikler çoğaldığında, hem fiziksel hem de zihinsel hastalıklar yayılır, dedim, sonunda ormanda keyifsiz bir ortam oluşur. gözünde bir canlandır bakalım, dedim yavruya. artık bir adı olmalı, ona bir isim bulmalıyım ama bir gözünde canlandır bakalım, dedim: salgın hastalıktan mustarip, ruh sağlıkları bozuk bir sürü geyik yiyecek için dövüşüyor, böğürerek sağa sola saldırıyor, ormanın tüm yasalarını ve geyiklerin etik kurallarını ayaklar altına alıyor. böyle olmasını kimse istemez. bu yüzden benim atalarım geyik avladılar, bu yüzden bizler bugün geyik avlıyoruz, dedim. bugün yaşamak için geyik etine ve derisine ihtiyacımız yok ama -burada sesimi alçalttım- yine de avlanıyoruz. ormana dalıp geyik avlamanın hoş bir şey olduğunu düşünüyoruz. avcıların arasında sıkı bir yoldaşlık var, anladığım kadarıyla, dedim, bir tür alışkanlık olmuş. eski alışkanlıklardan dolayı bunu yapıyoruz. ayrıca, daha önce de belirttiğim gibi, hayvan sürüsünün çok büyümesini engelliyoruz. işte böyle. ancak ben anneni eski bir alışkanlıktan dolayı öldürmüş değilim. ihtiyaçtan öldürdüm. günlerdir hiçbir şey yememiştim. yabanmersini mevsimi bittiğinden bu yana karnımı doğru dürüst doyuramamıştım. o işi bıçakla yaptığım için de özür dilerim, dedim. bu kadar haşinlik lüzumsuzdu ama tüfeğim yok, zaten kullanmasını da bilmiyorum. beni suçlayacak olursan, benimle ilişkinde, birtakım noktalarda duygusal bakımdan zorlanırsan, bunu anlarım. olabilir. bu duygulara kendin kulak vereceksin ve nerede gerekli görüyorsan oraya bir sınır koyacaksın. ama şunu bilmeni istiyorum ki, bu zor zamanlarda sana destek olmaya hazırım, dedim, hem -kısa bir moladan sonra devam ettim- annen bir süre sonra aranızdaki bağı merhametsizce kesecekti. seni kendinden uzaklaştıracak ve çekip gitmeni isteyecekti. çünkü geyikler böyledir. çok iyiymiş gibi görünür, sonra da çocuklarınıza bok gibi davranırsınız. çok hayvansınız. çocuğu doğurup, emzirip biraz da yol gösterdiniz mi, tamam; onlar tam kendilerini güvende ve tehlikeden uzak hissettiklerinde de başınızdan atıverin. annen kısa bir süre sonra, hatta belki de gelecek hafta sen kendi yoluna, ben kendi yoluma, diye başlayacaktı; o gün senin için acı bir gün olacaktı, pek çok geyiğin asla üstesinden gelemediği bir gün, ama ben anneni öldürdüğüm için şimdi bunları yaşamaktan kurtuldun; bunun yerine onu, çatallı diliyle değil, her zaman arkanda olan ve manasızca, birdenbire senden koparılıp alınan biri olarak hatırlayacaksın, dedim tüylerini tararken.


teşekkürler sevgili bardaki tatlı kadın. ben de kıkırdayarak güldüm seriyi okurken.

Devamını Oku Canım »

Pablo Neruda/Dolaşıyorum

görünen o ki insan olmaktan bıktım.

yine görünen o ki terzilere, sinemalara gidiyorum.
büzüşmüş, su geçirmez, keçeden bir kuğu gibi
yol alıyorum küllerden oluşan bir suda.

berber dükkanlarının kokuları hıçkırıklara boğuyor beni.
tek istediğim hareketsiz uzanmak yün gibi, kaya veya,
tek istediğim dükkan görmemek artık, bahçe görmemek,
emtia, gözlük, asansör görmemek.

görünen o ki ayaklarımdan ve tırnaklarımdan bıktım
ve saçlarımdan ve gölgemden.
görünen o ki insan olmaktan bıktım.

yine de enfes olurdu
noterin ödünü kesik bir zambakla koparmak,
kulağına vurup öldürmek veya bir rahibeyi.
yeşil bir bıçakla dolaşıp sokakları
soğuktan geberene kadar bağırmak
harika olurdu.

ağaç kökü gibi karanlıkta yaşamak istemiyorum artık,
güvensiz, kök salmış, titreyerek uykusunda,
daha da dibe giderek ıslak duvarlarından dünyanın,
içine alıp düşünerek, bir şeyler yiyerek her gün.

bana fazla artık bu sefalet.
kök olmak, mezar olmak fazla,
toprağın altında bir başına, cesetlere mahzen olmuş,
yarı donmuş halde acıdan ölmek fazla artık bana.

bundan ki yaklaştığımı görünce o hapishane suratımla
petrol gibi yanar pazartesi.
yaralı bir tekerlek gibi inler giderken
sıcak kan damlaları bırakır ardında geceye doğru.
bazı köşelere iter beni, bazı rutubetli evlere,
pencerelerinden kemik fırlayan hastanelere,
sirke kokulu bazı ayakkabı dükkanlarına
yarıklar kadar korkunç sokaklara.

sülfür renkli kuşlar var burada ve iğrenç bağırsaklar
nefret ettiğim evlerin kapılarından sarkıyor.
çaydanlıkta unutulmuş takma dişler,
utançtan, korkudan ağlaması gereken
aynalar var.
şemsiyeler var her yerde, zehirler, göbek delikleri.

dolaşıyorum; sakince, gözlerimle, ayakkabılarla,
öfkemle, unutarak.
ofisleri geçiyorum, ortopedik mağazaları,
çamaşır ipleri gerilmiş avluları,
pis gözyaşları akıtan
külotları, havluları, gömlekleri.
Devamını Oku Canım »

Pablo Neruda/Her Gün Oynuyorsun

Evrenin ışığıyla oynuyorsun her gün.

İnce misafirim… çiçeğe, suya gelen.

Sen çok daha fazlasısın bu her gün avuçlarımda

bir demet çiçek gibi sıkıca tuttuğum beyaz surattan.

 

Seni sevdiğimden beri kimseye benzemiyorsun.

Gel, sarı çelenklere yatırayım seni.

Güney yıldızlarına kim yazıyor dumandan harflerle adını?

Ah, bırak varoluşundan önceki halinle bileyim seni.

 

Rüzgâr uluyor birden, kapalı pencereme çarpıyor.

Gölge balıklarla dolu bir ağ gökyüzü.

Burada rüzgârlar bırakıyor kendini, hepsi.

Yağmur soyunuyor.

 

Kuşlar geçiyor, kaçıyorlar.

Rüzgâr. Rüzgâr.

Ben, sadece ben direnebilirim insanoğlunun gücüne.

Fırtına girdabına alıyor karanlık yaprakları

ve çapalarını dün gece göğe atan gemileri serbest bırakıyor.

 

Buradasın. Ah, kaçmıyorsun.

Son feryadıma kadar cevap veriyorsun bana.

Korkmuşsun gibi yanıma sokul şimdi.

Yine de, tuhaf bir gölge geçti bir defa gözlerinden.

 

Şimdi, şimdi de, miniğim, hanımeli getir bana,

memelerine kadar sinmiş kokusu.

Hüzünlü rüzgâr, esip katlederken kelebekleri,

seni seviyorum

ve mutluluğum ısırıyor erik ağzını.

 

Ne acı çekmişsindir alışırken bana,

yalnız ve vahşi ruhuma, herkesin kovduğu adıma.

Sabah yıldızının gözlerimizden öpen yanışını ve alacakaranlığın

üzerimizde dönen fanlarda çözüldüğünü izledik çok defa.

 

Kelimelerim, okşayarak seni, yağdı üzerine.

Bedeninin güneşlenmiş sedefini sevdim uzun zaman.

Bütün evrenin senin olduğuna inanana kadar

dağlardan mutlu çiçekler getireceğim sana;

çan çiçekleri,

yaban mersinleri, fındıklar

ve hasır sepetler dolusu öpücükler.

 

Baharın kiraz ağaçlarıyla yaptığını

seninle yapmak istiyorum.

Devamını Oku Canım »

Publius Cornelius Rufinus

lucius cornelius sulla'nın atalarından biri. mö. 299'da ve sonra mö. 277'de konsüllük yapmış. mö. 275'te censor gaius fabricius luscinus tarafından senatodan atılmış. sulla'nın patricii olmasına rağmen varlıklı olmamasının nedeni bu sanırım. konsüllüğü döneminde zalimliğiyle de ün salmış. babadan oğula geçiyor bunlar.
Devamını Oku Canım »

Gaius Fabricius Luscinus

m. ö. 282-278 arasında konsülmüş roma'da. heraclea savaşı'nda roma pyrrhus'a yenildikten sonra savaş esirlerini serbest bırakması için pyrrhus'la pazarlığa girişmiş, rüşvet almaya ikna edilememesinden etkilenen pyrrhus da tüm esirleri fidyesiz serbest bırakmış. dante de araf'ta yirminci kanto'da şöyle bahsediyor kendisinden:


"daha sonra kulağıma şu ses geldi:
'ey yiğit fabrizio, yoksul ama erdemli
olmayı yeğledin haram varsıllığa.'"

m. ö. 277'de konsül seçimlerinde diğer adayın yetersiz olduğunu düşünüp hasmı olmasına rağmen publius cornelius rufinus'u desteklemiş. iki yıl sonra, 275'te censor olmuş ve rufinus'u lüks yasağını çiğnediği için senatodan atmış. (10 librae'den ağır gümüş kaplaması mı ne varmış.)

öldüğünde parası olmadığından defnini devlet karşılamış.
Devamını Oku Canım »

Van, 1987, Rainer Hackenberg

 
















Devamını Oku Canım »

Karınca

kütüphaneye dönmemek için hemen dışarıdaki bankta oturuyorum bir saattir. tahtaların arasından topraktaki bir karıncayı izliyorum. bir serçe, bankın altına iniyor. kanatlarından gelen hava toprağı kaldırıyor, minik bir toz bulutu. karıncayı düşünüyorum sonra. ne fantastik bir an karınca için. uçuyor dev bir kuş, yanına iniyor, kocaman gagasını doğrultmuş bakıyor. sonra uçup gidiyor canavar. biraz yukarı bakıyor karınca. ve işte: götüm.

Devamını Oku Canım »

Zbigniew Herbert/Report From The Besieged City

diğerleri gibi silah tutup dövüşemeyecek kadar yaşlıyım


ondan ki tarihçi rolü verildi bana kibarca
bir kuşatmanın tarihini -kimin için olduğunu bilmeden- yazıyorum

net olmalıyım ama kuşatmanın ne zaman başladığından emin değilim
iki asır önce aralıkta eylülde şafak vakti dün
burada hepimiz zaman duygusu kaybından mustaribiz

bize kalan bir toprak toprağa bağlılık
tapınakların hayaletlerin bahçelerin evlerin harabelerinde hüküm sürüyoruz
harabelerimizi de kaybedersek bir şeyimiz kalmayacak

elimden geldiğince yazıyorum bu tükenmez haftaların ritminde
pazartesi: dükkanlar boş sıçanlar artık para birimi
salı: belediye başkanı faili meçhul cinayete kurban gitti
çarşamba: ateşkes görüşmeleri düşman elçilerimizi tutukladı
nerede tutulduklarını bilmiyoruz
perşembe: olaylı tartışmalardan sonra yerel tüccarların koşulsuz teslim olma teklifi oy çoğunluğuyla reddedildi
cuma: salgın çıktı cumartesi: yıkılmaz muhafızımız n. n. intihar etti pazar: su yok doğu kapısında bir saldırıyı püskürttük adı ittifak kapısı

biliyorum çok monoton kimseyi ağlatmayacak

yorumlardan kaçınıp duygu katmadan gerçekleri anlatıyorum
sadece gerçekler para ediyormuş yabancı pazarlarda
ama gururla bildirmek isterim ki dünyaya
savaş sayesinde yeni bir tür çocukluk geliştirdik
çocuklarımız peri masallarından hoşlanmıyor öldürmece oynuyorlar
sabah akşam düşlerinde çorba ekmek kemik
aynı kedi köpek

kentin uçlarında geziniyorum bazen akşamları
belirsiz özgürlüğümüzün sınırlarında
yukarıdan bakıyorum ordulara ateşlerinden
barbar davullarını ve savaş çığlıklarını dinliyorum
nasıl savunuyor bu kent hala kendini

kuşatma uzun sürüyor düşmanlar da değişiyordur muhtemelen
zaten yok oluşumuz dışında ortak bir gayeleri yok
gotlar tatarlar isveçliler sezar’ın başkalaşım taburları
kim sayabilir ki onları
ufuktaki orman gibi renk değiştiriyor sancakları
bahar zamanı narin kuş sarısından yeşile ondan kış siyahına

sonra gerçeklerden uzaklaşmışken akşamleyin
zamanı çoktan geçmiş meselelere gömülüyorum
denizaşırı müttefiklerimize örneğin
biliyorum bize şefkatleri içten
çuvallarca cesaret yağ ve iyi tavsiyeler gönderiyorlar
bize babalarının ihanet ettiklerini bilmeden hem de
ikinci kıyamet zamanlarından müttefiklerimizdi onlar
oğullar günahsız şükranlarımızı hak ediyorlar ki minnettarız biz de
onlar kuşatmanın sonsuzluğunu yaşamadılar

kaderi talihsizlikle mühürlenenler yalnızdır her zaman
dalai lama’nın muhafızları kürtler afgan süvariler

bunları yazarken şimdi uzlaşma taraftarları
kahramanların partisine karşı hafif bir üstünlük sağladı
sıradan duygu değişimleri işte
ama kaderimiz hala dengede

mezarlıklar yayılıyor sayımız azalıyor
ama direniş sürüyor ve sonuna kadar sürecek

kent düşse bile bir kişi de kurtulsa
sürgünde taşıyacak kenti içinde
ona bürünecek kent

açlığa bakıyoruz ateşe ölümün yüzüne
-ve en kötüsü- ihanete
aşağılanmayan bir tek hayallerimiz

Devamını Oku Canım »

Richard Siken/Rüyamda Seni Gördüm

rüyamda seni gördüm
çamura düşüyordu tüm inekler gökten.
sangria içiyordun, portakal fırlatıyordum sana,
önemi yoktu ama.

kollarım, dedim, fazlasıyla uzun ve başın alevler içinde.
öp beni, dedim, şuradan şuradan ve şuradan.
ve öptün.
makarna istedin sonra.
ezip domatesleri yuvarlandık üzerinde sos için.
sen, çok güzeldin.

partiye hazırlanıyordun.
altın renkli bir takım elbise giymiştim, uzun bir sigara tutacağın vardı,
ve kombiyi sonuna kadar açmıştın.
halının üzerinde bağdaş kurmuş
kaç palyaçonun sığacağını tartışıyorduk palyaço arabasına
patronun gelip de
son zamanlarda nelerle uğraştığını sorduğunda.
sevginin kitabını yazıyoruz dedin.
ah, dedi, herkes okudu zaten onu. hayır, dedin,
başka bir kitap bu.
sonra kesemedik bir türlü gülmeyi.
yatağa çağırdın, kitabını yazıyordum ama sevginin.
keşke cesaretim olsaydı kurduğum hayali anlatmaya.

televizyonda defineler hakkında bir program vardı.
beni ikna etmeye çalışıyordun birer kürek alıp
bahçeye çıkmaya.
ben de seni vampir olduğuma…
hırdavat dükkanına giden yol boyunca kolunu ısırdım.
gerçekten vampir olsaydım boynunu ısıracağımı söyledin sen de.
boynunu ısırdım ben de.
kes şunu, dedin.
ve dondurma aldın bana ve ufo gördük sonra.

bak, iyi bu. hasta olduğun belli olmuyor bile.

çin restoranında oturuyorduk
dudakların yağlıydı tüm o kızarmış tavuklardan
kâğıt lambalar altında parladılar hep,
ışıdılar.
pek geçmeden fark ettik ki herkes
öpüşmelerle iletiyordu istihbaratı,
kalkıp biz de herkesi öptük.
uyuyorsun hâlâ ve her yerinden öpmek istiyorum.
işte bunlar olmalı rüyalarımız. aklayıp paklamama gerek kalmamalı böyle.

donut fabrikasındaydık, çalışmak yerine
süpürge odasında sevişiyorduk.
göbeğine kadar inmişti tulumun, benimkiyse bileklerime
ve ikimiz de şekere bulanmıştık
ve kapıya vuruyordu birileri
boş ver onları, dedin.

market otoparkındaydık. sigaramı bulamıyordum bir türlü.
acele et, dedin. ama bir soygun olacağından,
ve bir rehine olayının ortasında donmuş etlerin arkasında
yakacak tek dal sigara olmadan saklanmak zorunda kalmaktan korkuyordum.
saçmalama, dedin.
girdim arkandan markete.
kavunlara vuruyorduk “kımıldamayın!” sesini duyduğumda
kulağına eğilip fısıldadım, ben demiştim.

okyanusta yüzüyorduk çünkü biri çalar saatini yutmuştu senin.
dikkatli ol, gibi bir şey dedim, iki gözün de başının aynı tarafında kalacak yoksa!
kendi i-ş-i-m-e bakmamı söyledin sen de
ama duyamıyordum seni
gitar sesinden.
huysuzdun bayağı, lağıma girip tuvaletinden çıktım birinin ve hastaneye gittim sana
biraz uranyum almak için.
hayır, hastane olmayan binalara gittim.
hastaneden bahsetmemeliydim.

x-ray görüşüm vardı bir nevi.
insanların vücutlarına bakıp içeride neler döndüğünü görebiliyordum.
yağmur yağıyordu, martini bardaklarını bahçeye dizmiştin.
çıkardığı sesleri seviyordun çünkü.
saçların yağmurdan ıslanıp başına yapışmıştı yapraklar gibi.
arkandan geldim, çamura bata çıka,
kollarımı sardım sana.
içinde siyah siyah noktalar yüzüyordu,
eskisinden de fazla. dedin ki
boş ver onları.
evet, boş vermeliyim ama pek kolay değil.

kimseye anlatmadığım rüyamda başın kucağımdaydı.
diyelim ki direksiyon başındasın gözlerin kapalı.
gözlerim kapalı.
diyelim ki birimiz bakıyor gizlice.
demeyelim ya da. sana hiçbir şey söylemek zorunda değilim.
yolun kenarındasın.

yolun kenarındasın ve tüm konuşmayı sen yapıyorsun
ben ayakkabılarıma indirmişken gözlerimi.
hoş, kahverengi ve rahatlar ve senin sesini seviyorum.
kimseye anlatmadığım rüyamdan uyanmaya korkuyorum.

canavarlar klimayı kapatıyorlar yine,
vcr’ın ayarlarıyla da oynuyorlar ki sevdiğimiz programları izleyemeyelim beraber
eve gittiğimizde.
tabii, buydu ya sanki tek derdimiz.

boş otoyolun ortasında uzanıyordun.
gök kızıldı, toprak kızıl, kahverengi bir kaban vardı üzerinde.
köpükler çıkıyordu ağzının kenarından.
kuşlar seyrediyordu seni.
gözlerin kapalıydı, yolu dinliyordun. nefesini duyabiliyordum. kalbinin atışını…
arabaya taşıyıp seni eve götürdüm. pek mantıklı davranmıyordun ama.
duş aldım nefes nefese.
yatak örtüsünün üzerinde uzanıyordun iç çamaşırlarınla.
çizgi film izliyor ve gülüyordun hiç ses çıkarmadan.
tenin maviydi televizyon ışığında.
dişlerin sarı.
ıslakken hâlâ yanına uzandım.
kolların, bacakların, çıplak göğsün
kemiklerin sayılıyordu çöplük köpekleri gibi.
gidecek yer yok, diye geçti aklımdan, gidecek yer yok.

hastanedeki küvette oturmuş ağlıyordun.
acıyor, demiştin.
daha fazla katlanabileceğimi sanmıyorum.

hep sensin rüyalarda
köprüdeki çocuk,
beni her seferinde
aşağıya atlamaktan
alıkoyan çocuk.
ah, korktuğumuzda, kurtarılmak istediğimizde
uydurduğumuz şeyler…

jeep’in. dişlerin. bana aldığın kahve.
tabaktaki yarım sandviç.

uyanıp dondurma yedim karanlıkta,
ahşap sandalyeye yaslayıp sırtımı
yağmuru dinleyerek.

ayakkabılarını aldım ve kaldırmadım bir daha.

hastane, pardon kütüphanedeydik, yemek tariflerine bakıyorduk.
kâğıt yığınlarında kırmızı gözlü yarasalar uçuşuyordu. sen uyuyakaldın, ben de senmişim gibi volta attım kaynakça kısmında.
hemşirelerin bulamadığı kitabı arıyordum.
siktir, kütüphanecilerin yani.
ve buldum kitabı,
istediğin panzehir vardı içinde
sikeyim sikeyim sikeyim sikeyim sikeyim sikeyim sikeyim
özür dilerim, deniyorum.
kaç günümüz kaldı ki senle acaba?

uzay gemisindeydik, sinyal yakalıyorduk yıldızlardan.
kâşifiyiz artık, dedin, keşfedilecek şeylerin.
ama çalıştıramadık gemiyi.
emekleye emekleye dolaştın boruların arasında, hiçbir sorun bulamadın
ama duman geldi yine de bir yerlerden
dokunulmayacak kadar sıcaktı her şey artık.

ağlıyordun, merdiven boşluğunda pilav yiyordun.
gel, dedim, yapalım şu tatili yine de.
durgun ve parlaktı suyun yüzeyi.
sıcak yemek yerine kraker yiye yiye
cam fabrikasını gezdik.
öp beni, dedin, fotoğrafa dönüşmeden.

ayakların yanıyordu,
ellerimi koydum,
ellerim yanıyordu.
bir kutu hap almaya çalıştın ama engelledim yutmanı.
daha bile çok, dedin, sevecek misin beni ölüyken?
hayır, dedim ve toprağa fırlattım hapları.
bak şunlara, dedin, zümrüt gibiler.

seni kafese kapattım.
bir şekilde başardın kaçmayı
armut ağacının dallarından.
ağacı kestim ama bulamadım bir şey.
nehrin kenarında gelmeni bekledim.
gelmedin.
bekliyorum hâlâ.


Devamını Oku Canım »