I. Nezaket:
Nezaket bir erdem
olmasa da erdemlerin kaynağıdır. Bebeklikten yetişkinliğe giden yolda insanı erdemlere
ulaştıran nezakettir. Çocukları “terbiye” ederken nezaket öğretilir. Böylece
çocuk, aslında erdem olmayan bir şeyi taklit ede ede empati yapmayı öğrenir.
Bu, ergenlik dönemine kadar taklitle, içselleştirmeden sürer. Çocuk bir erdem
görüntüsünü taklit eder. Ancak ergenlikte kişi, nezaketi reddetmeye, alaya
almaya başlar. Çünkü çocuklukta tek başına yeterli olan nezaket, artık tek
başına yeterli değildir. Bu da yetişkinliğe geçme sürecidir. Çünkü ergen,
taklit etmeyi bırakır ve erdemlere ulaşmaya başlar. Öyleyse nezaket erdem
değil; erdeme ulaşma sürecindeki -bazen taklit edilen, bazen de tümden
reddedilen- bir araçtır.
II.
Sadakat:
Nezaketle başlayan
ahlak, sadakatle sürdürülür. Buradaki sadakat değişmezlik değil; uçarı ya da
çıkarcı değişkenliğin tersidir.
Yazar, burada
sadakati üçe ayırarak inceliyor: düşünce, ahlak ve eşler arası sadakat.
Düşünceye sadakat:
Burada bahsedilen hakikate sadakattir. Düşünceler ani değildir, rastgele
oluşmaz; bu sebeple ani ve rastgele, sağlam ve güçlü nedenler olmaksızın
değişmemelidir. Düşünceye sadakat iman, fanatizm veya dogmacılık değildir. Düşünce,
kesin olarak hakikate aykırıysa terk edilmelidir. Bunu Popper’ın
yanlışlamacılığına benzetiyorum.
Ahlaka sadakat: Ahlak
bilgiyle değil iradeyle ilgilidir. Bu sebeple zamandan bağımsız değildir.
Ahlak, nezaketle, yani taklitle, başlar; bundan şunu anlıyorum:
Kaynağını gaipten
veya bilgiden değil; geçmişten, kültürden alır. Gaipten, bilgiden, gelecekten
oluşamayan ahlak mutlak da olamaz; zamanla değişebilir. Öyleyse ahlaka sadakat
duyulurken bu da dikkate alınmalıdır.
Eşler arası sadakat:
Burada bahsedilen sadakat, ilgili kişidense yaşanılan aşka sadakattir. Bedenî
bir cinsel rejim veya sonsuza kadar belli bir şekilde hissetmeye dair bir vaat
değil; yaşanılan şeyleri, aradaki paylaşılan aşkı reddetmemektir. Sadakat,
gerçekleşmiş olan şeyin süren aşkıdır.
III.
Basiret:
Nezaket, erdemlerin
taklit edilmesini; sadakat, erdemlerin içselleştirilmesini; basiret ise
istenilen sonuca ulaşacak şekilde işlemesini sağlar. Böyle bakınca basiret
ilkelere değil yöntemlere ve ulaşılacak sonuca odaklıdır. Bu da erdemlerin,
işlevsiz birer görüntülerden ibaret olmasını veya kötü sonuçlara yol açmasını
engeller. Böylece ne insanın hayata dair mutlak, kesin bir bilgisi varmış gibi
ilkelere bağlanılır ne de hiçbir bilgisi yokmuş gibi ahlak reddedilir.
Not: Kitabın İngilizcesinde prudence kullanılmış basiret yerine. Basiret tam karşılamıyor.
IV.
Ilımlılık (İtidal):
Asketizme de
hedonizme de kaymayı engeller ılımlılık. Burada amaç mutluluk gibi görünse de
mutluluğu, basiret ile, öteleyebilir. Bazı uyuşturucu maddelerin verdiği haz ve
mutluluk inkâr edilemez ama hayatın sonraki safhalarında karşılaşacağımız
bedelleri olacaktır bu geçici haz ve mutluluğun. Aynı şekilde, sırf bunlar
geçicidir diye hazdan vazgeçmenin de bir anlamı yoktur. Çünkü beslenmek, uyumak
nasıl birer ihtiyaçsa haz da bir ihtiyaçtır. Ilımlılık sayesinde bu iki uç
arasında bir denge kurar ve hazzı alabileceğimiz en uygun şekilde almaya
çalışırız.
V.
Yiğitlik (Cesaret):
Yiğitlik, korkmamak
değildir; zaten korkulmuyorsa eğer yiğitliğe gerek kalmaz. Yiğitlik bu şimdiki
zamandaki korkuyu daha büyük bir fayda için bastırabilmektir, ki bu doğal
korkuyu irade ile bastırmak da ancak insani bir özellik olabilir. Yani,
öngörülen bir tehlikeye rağmen değerli bir şeyi yine değerli bir şey için,
doğal korkma güdülerimize rağmen, risk edebilmektir.
Ancak bu da yiğitliği
tek başına bir erdem yapmaz. Yiğitlik saygın, iyi bir amaç için kullanılıyorsa
erdemdir. Basiret diğer erdemlerin işlevsel olma olanağını ortaya çıkarır;
yiğitlikse bu olanağı uygulamaya geçirir.
VI.
Adalet:
Adalet ikiye
ayrılıyor kitapta: Pozitif hukuktan ibaret olan yasal adalet ve var olmayan bir
ölçüte göre adil olana ulaşmaya çalışan hakkaniyete dayalı adalet.
Yasallıktan ibaret
olan adalet erdem sayılamaz, çünkü yasalar adil olmayabilir. TCK m. 216
yüzünden bir komedyene soruşturma başlatmak belki yasallığa uygundur ama hakkaniyete
değil.
Hakkaniyete dayalı
adalet ise ulaşılması mümkün olmayan bir adalettir; buna ancak yaklaşılabilir.
Erdem olarak bahsedilen adalet de budur. Bu adalet doğada var olan bir şey
değildir; kodifiye edilemez, belirlenemez, mutlak bir şekilde uygulanamaz, asla
ulaşılamaz. Ulaşmaya çalışmamız gereken insan aklının üretimi bir ölçüttür.
Bu özellikleriyle
kendi başına ve başka hiçbir şeye ihtiyacı olmaksızın erdem olan tek erdemdir.
Diğer tüm erdemler ancak adalete yönelmişlerse erdem olabilirler.
VII.
Cömertlik:
Cömertlik, insanlara
hakları olduğu için değil hakları olmadığı hâlde bağışlamaktır. Kitapta
dayanışma ve cömertlik karşılaştırılıyor: Dayanışma yapan kişi aslında kendi
çıkarını da koruduğu için bu dayanışmanın bir erdem olamayacağı savunuluyor.
Yapılan eylemin cömertlik erdeminin kapsamı içinde olması için kişi özgür olmalı
ve bunu çıkarı olmaksızın istemelidir.
VIII.
Merhamet:
Yunanca sympathy ve
Latince compassion sözcükleri bire bir aynı şeyi kasteder. Ancak zamanla
İngilizce, İspanyolca, Fransızca gibi Latin kökenli dillerde sempati kelimesi
ortak duygu (fellow feeling) anlamına dönüşmüş. Merhamet (compassion) bir
erdemi karşılarken sempati bir duyguyu karşılamaya başlamış. Kitapta sempati ve
merhamet bu şekilde ayrılıyor, ayrıca sempatinin merhamete tercih edilmesinin
nedeninin de duyguları erdemlere tercih etme yönelimimiz olduğu savunuluyor.
Merhamet ve acıma
ayırılırken objeleri dikkate alınıyor. Merhamet duyulurken objeye bir sıfat
yüklenemiyor ancak acımada obje “acınası” olabiliyor. Böylece acıma duygusunda
objeyi yetersiz görerek öz-tatmin gerçekleştiriliyor. Merhamet ise eşitler
arasında oluyor; beraber katlanılıyor, paylaşılıyor.
Schopenhauer’dan
bahsederken hayvanlarla ilgili ilginç bir noktaya değiniyor. Hayvanlara karşı
bir görevimiz varsa bunun merhametten kaynaklandığını savunuyor. Bundan hayvan
hakları gibi yasalar çıkartılırken aslında dayanılan kaynağın hayvan hakları
olmadığını, hayvana karşı hissettiğimiz merhamet duygusu olduğunu anlıyorum.
IX.
Bağışlama:
Not: Burada kullandığım
“yanlış” kelimesi kasıt içerir.
Bağışlama yanlışı
silmek, yok etmek değildir; bu zaten imkansızdır. Yanlışı unutmak da değildir;
bu da aptallık, basiretsizliktir. Bağışlamak haklı olan veya haklı olduğuna
inanılan nefret, kin duygularını beslemeye son vermektir. Bu sayede yapılan
yanlış silinmez, yanlış yapılmamış gibi davranma gereksinimi de duyulmaz.
Kitapta bağışlamanın
neyden kaynaklandığı araştırılmış:
Kendimizin de
yapabileceği yanlışları affetmek kolay ama pek de işlevli değil. Çünkü çoğu
insanın yapmayı hayal bile edemeyeceği suçlar da vardır ve bu suçların da
bağışlanması gerekir. Öyleyse özdeşleşme değildir.
Sevgi doğası gereği
kendi içinde bağışlamayı getirir. Dolayısıyla kaynağı olamaz, kapsamıdır.
Ayrıca bu da yetersizdir, çünkü sevgi, aile dışında, çok da ulaşabildiğimiz bir
duygu değil; sevmeyi çok da bilmiyoruz. Öyleyse sevgi de değildir.
Yanlış yapanı olduğu
gibi kabul etmektir bağışlamanın kaynağı. Fanatik olan fanatiktir, kötü olan
kötüdür, zalim olan zalimdir. İnsanlardan olmadığı biri gibi davranmalarını
beklemeyip oldukları gibi kabul etmek bağışlamanın kaynağıdır.
Sevgi kadar kapsayıcı
değildir ama sevgi kadar zor da değildir. Bu sebeple akılsaldır ve gereklidir
bağışlama.
X.
Minnet:
Olmuş veya olan bir
şeyden mutluluk duymak ve bunu paylaşmaktır. Pişmanlık, iç sıkıntısı, ümit,
nostalji gibi duygulardan farkı var olan bir şeyden kaynaklanması ve bundan
duyulan sevincin paylaşılmasıdır.
XI. Alçakgönüllülük:
Dinlerin ısrarla
öğütlediği bir erdemin insanı materyalizme bu kadar yaklaştırması ilginç.
Kendisinin özel bir yaratımın ürünü olduğuna, var oluşunun bir anlamının
olduğuna inanan bir insanın alçakgönüllülüğü tutarlı değil. Bir materyalist
olarak kendimi bir hayvan olarak görüp sınırlarımı biliyor olmam, inançlıların
bu sahte alçakgönüllülüğünden daha tutarlı.
“Tanrı’ya inanmak, bir
kibir günahı olurdu.”
XII.
Sadelik:
Sadelik, anladığım
kadarıyla, göz boyamamaktır. Bir şey neyse odur; olduğu gibi kabul etmeye bile
gerek yoktur, çünkü o odur. Sadelik, sanırım, diğer erdemler üzerinde bir “hava
alma” aracı işlev görüyor. Böylece hayatın karmaşıklığını basitleştirip
aklımıza uygun bir hâle getiriyor.
XIII.
Hoşgörü:
Hoşgörü, kesin
yanlışa hoşgörü göstermek değildir. Çünkü hoşgörü, evrensel değildir.
Hoşgörüsüzlüğe bile hoşgörü gösteren evrensel bir hoşgörü var olamaz; çünkü
nihayetinde kendini yok eder. Öyleyse hoşgörü duruma göre değişir. Hoşgörüsüz
olanlar, bu hoşgörüyü yok etmek isteyenler ancak bu amaçlarına ulaşma imkânları
varsa engellenmelidir. Öyleyse hoşgörü ne mutlaktır ne evrenseldir. Tehlikenin
boyutuna göre kendini korumaması kendi yok oluşuna neden olacaktır. Sevan Nişanyan
da nefret suçu hakkında benzer bir şey yazmıştı:
Nefret
söyleminde suç sayılan şey nefret olgusu değildir. İnsanların diledikleri
şeyden ve kişiden nefret etme hakkı saklıdır. Çirkindir belki, ayıptır,
günahtır, ama suç değildir. Suç olan şey nefretin, nefret konusu olan kişi veya
zümreye karşı saldırı, yağma ve her çeşit hak ihlali doğurabilecek nitelikte
olmasıdır.[1]
XIV.
Saflık:
Saflık
kirlenmemişlik, bir şeyle karışmamışlıktır. Bu sebeple mümkün değildir. Hiçbir
insan, hiçbir his var olduğu sürece saf kalamaz. Bütünüyle saflığın mümkün
olmaması gibi bütünüyle yozlaşmışlık da mümkün değildir. Öyleyse saflığı bir
ölçüt olarak ele alabiliriz: Sevgi çıkarlardan arınabildiği ölçüde saftır.
XV.
Yumuşak Huyluluk:
Yazar bunu pasif bir
erdem, kabul, saygı, açıklık vs. olarak tanımlamış ve bu sebeplerle feminen bir
yapıda olduğunu iddia etmiş. Cinsiyetlerin farklılığını, bunun kültürel de
olabileceğine ama doğadan geldiğini anlatmış. Özellikle Rilke alıntısıyla kadını,
kadınlığı üstten bakarak “övdüğünü” düşünüyorum. Kadınsı bir erdem olan yumuşak
huyluluğun aslında erkeklerde de bulunması gerektiğini ve böylece heteroseksüel
bir çiftin birbirilerini tamamladığını anladım bu kısımdan. Peki eşcinsel aşk
yaşayan iki erkek bu tamamlanmışlığa ulaşamayacak mıdır? Yazar eşcinsel aşk
yaşayan iki erkeği kadınsı olarak mı görmüş, yoksa eşcinselliği bir anomali olarak
mı?
XVI. İyi
Niyet:
İyi niyet asli olarak
var olması gereken bir şeydir, ekstra bir özellik değildir. Bu sebeple, eğer
iyi niyet yoksa kötü niyet vardır. Öyleyse bir erdemin erdem olabilmesi için
iyi niyet gereklidir, çünkü iyi niyetin olmadığı yerde kötü niyet vardır ve bu
da erdemlerin yapısıyla uyuşamaz.
XVII.
Mizah:
Mizah, kişinin
kendisini ve var oluşu fazla ciddiye almasını engeller. Dolayısıyla
alçakgönüllülükle, sadelikle ilişkisi vardır. Yazar mizahı erdem olarak görmek
için mizahtan ironiyi dışlıyor. İkisinin ayrımını, nesnelerinin özneyle
ilişkisine dayandırıyor. Böylece mizahta kişi kendini de katarken ironide
başkalarını küçümseme durumu oluyor. Bu şekilde, bana göre, mizahı “güvenli”,
kışkırtıcı etkisini kıran bir alana hapsediyor. Bunu ironik buldum, çünkü
kışkırtılmaktan bu kadar çekinmek de kişinin kendisini veya var oluşu fazla
ciddiye aldığını düşündürüyor.
XVIII.
Aşk/Sevgi:
Sevgi bir duygudur;
insan kimi, neyi seveceğini, nasıl seveceğini seçemez. Öyleyse sevgi bir ödev
olamaz.
Ahlak, sevginin
taklididir. Bu da bağışlama ve sevginin ilişkisine benziyor.
Bu kısma kadar
anladığım: Erdemler, sevginin eksik kaldığı yerlerde devreye giriyor, çünkü
sevgi aslında hepsinin işlevlerini karşılıyor.
Yazar bundan sonra
sevgiyi üçe ayırarak inceliyor:
i. Eros: Aristophanes’in ruh eşi mitine göre insanlar
ruh eşlerini bulduklarında tamamlanacaklardır. Platon ise tamamlanma kısmına
karşı çıkıyor. Buna göre insanların tamamlanma gibi bir olanağı yoktur. Sevgi aslında
eksikliktir, eksik olan arzulanır. Buna göre sevgi, arzudur. Öyleyse bu
tanımdaki sevgi ben-merkezcidir.
ii.
Philia: Bu tanıma göre sevgi
eksiklikten ve bu eksikliği tamamlama arzusundan ibaret değildir. Sevgi,
neşedir. Eros’taki gibi tek kişilik değildir, ben-merkezci değildir; var
olmasından duyulan neşededir.
iii.
Agapé: Arzu ve neşeden
gelen sevgi tek başına yeterli değildir, çünkü hayatta sevmediğimiz insanlarla
da karşılaşırız. Bunlara sevgi duymak zor ise de gereklidir. Bu da evrensel
insan sevgisine benzer.
Evrensel insan
sevgisinin olmaması kitapta bahsedilen tüm bu erdemleri asıl gerekli kılan
şeydir. Çünkü sevgi bu erdemlerin yerini zaten tutacaktır; erdemler sevginin
yokluğunda işlevini gösterir.