rüyamda seni gördüm
çamura düşüyordu tüm inekler gökten.
sangria içiyordun, portakal fırlatıyordum sana,
önemi yoktu ama.
kollarım, dedim, fazlasıyla uzun ve başın alevler içinde.
öp beni, dedim, şuradan şuradan ve şuradan.
ve öptün.
makarna istedin sonra.
ezip domatesleri yuvarlandık üzerinde sos için.
sen, çok güzeldin.
partiye hazırlanıyordun.
altın renkli bir takım elbise giymiştim, uzun bir sigara
tutacağın vardı,
ve kombiyi sonuna kadar açmıştın.
halının üzerinde bağdaş kurmuş
kaç palyaçonun sığacağını tartışıyorduk palyaço arabasına
patronun gelip de
son zamanlarda nelerle uğraştığını sorduğunda.
sevginin kitabını yazıyoruz dedin.
ah, dedi, herkes okudu zaten onu. hayır, dedin,
başka bir kitap bu.
sonra kesemedik bir türlü gülmeyi.
yatağa çağırdın, kitabını yazıyordum ama sevginin.
keşke cesaretim olsaydı kurduğum hayali anlatmaya.
televizyonda defineler hakkında bir program vardı.
beni ikna etmeye çalışıyordun birer kürek alıp
bahçeye çıkmaya.
ben de seni vampir olduğuma…
hırdavat dükkanına giden yol boyunca kolunu ısırdım.
gerçekten vampir olsaydım boynunu ısıracağımı söyledin sen de.
boynunu ısırdım ben de.
kes şunu, dedin.
ve dondurma aldın bana ve ufo gördük sonra.
bak, iyi bu. hasta olduğun belli olmuyor bile.
çin restoranında oturuyorduk
dudakların yağlıydı tüm o kızarmış tavuklardan
kâğıt lambalar altında parladılar hep,
ışıdılar.
pek geçmeden fark ettik ki herkes
öpüşmelerle iletiyordu istihbaratı,
kalkıp biz de herkesi öptük.
uyuyorsun hâlâ ve her yerinden öpmek istiyorum.
işte bunlar olmalı rüyalarımız. aklayıp paklamama gerek
kalmamalı böyle.
donut fabrikasındaydık, çalışmak yerine
süpürge odasında sevişiyorduk.
göbeğine kadar inmişti tulumun, benimkiyse bileklerime
ve ikimiz de şekere bulanmıştık
ve kapıya vuruyordu birileri
boş ver onları, dedin.
market otoparkındaydık. sigaramı bulamıyordum bir türlü.
acele et, dedin. ama bir soygun olacağından,
ve bir rehine olayının ortasında donmuş etlerin arkasında
yakacak tek dal sigara olmadan saklanmak zorunda kalmaktan
korkuyordum.
saçmalama, dedin.
girdim arkandan markete.
kavunlara vuruyorduk “kımıldamayın!” sesini duyduğumda
kulağına eğilip fısıldadım, ben demiştim.
okyanusta yüzüyorduk çünkü biri çalar saatini yutmuştu senin.
dikkatli ol, gibi bir şey dedim, iki gözün de başının aynı
tarafında kalacak yoksa!
kendi i-ş-i-m-e bakmamı söyledin sen de
ama duyamıyordum seni
gitar sesinden.
huysuzdun bayağı, lağıma girip tuvaletinden çıktım birinin ve
hastaneye gittim sana
biraz uranyum almak için.
hayır, hastane olmayan binalara gittim.
hastaneden bahsetmemeliydim.
x-ray görüşüm vardı bir nevi.
insanların vücutlarına bakıp içeride neler döndüğünü
görebiliyordum.
yağmur yağıyordu, martini bardaklarını bahçeye dizmiştin.
çıkardığı sesleri seviyordun çünkü.
saçların yağmurdan ıslanıp başına yapışmıştı yapraklar gibi.
arkandan geldim, çamura bata çıka,
kollarımı sardım sana.
içinde siyah siyah noktalar yüzüyordu,
eskisinden de fazla. dedin ki
boş ver onları.
evet, boş vermeliyim ama pek kolay değil.
kimseye anlatmadığım rüyamda başın kucağımdaydı.
diyelim ki direksiyon başındasın gözlerin kapalı.
gözlerim kapalı.
diyelim ki birimiz bakıyor gizlice.
demeyelim ya da. sana hiçbir şey söylemek zorunda değilim.
yolun kenarındasın.
yolun kenarındasın ve tüm konuşmayı sen yapıyorsun
ben ayakkabılarıma indirmişken gözlerimi.
hoş, kahverengi ve rahatlar ve senin sesini seviyorum.
kimseye anlatmadığım rüyamdan uyanmaya korkuyorum.
canavarlar klimayı kapatıyorlar yine,
vcr’ın ayarlarıyla da oynuyorlar ki sevdiğimiz programları
izleyemeyelim beraber
eve gittiğimizde.
tabii, buydu ya sanki tek derdimiz.
boş otoyolun ortasında uzanıyordun.
gök kızıldı, toprak kızıl, kahverengi bir kaban vardı
üzerinde.
köpükler çıkıyordu ağzının kenarından.
kuşlar seyrediyordu seni.
gözlerin kapalıydı, yolu dinliyordun. nefesini
duyabiliyordum. kalbinin atışını…
arabaya taşıyıp seni eve götürdüm. pek mantıklı
davranmıyordun ama.
duş aldım nefes nefese.
yatak örtüsünün üzerinde uzanıyordun iç çamaşırlarınla.
çizgi film izliyor ve gülüyordun hiç ses çıkarmadan.
tenin maviydi televizyon ışığında.
dişlerin sarı.
ıslakken hâlâ yanına uzandım.
kolların, bacakların, çıplak göğsün
kemiklerin sayılıyordu çöplük köpekleri gibi.
gidecek yer yok, diye geçti aklımdan, gidecek yer yok.
hastanedeki küvette oturmuş ağlıyordun.
acıyor, demiştin.
daha fazla katlanabileceğimi sanmıyorum.
hep sensin rüyalarda
köprüdeki çocuk,
beni her seferinde
aşağıya atlamaktan
alıkoyan çocuk.
ah, korktuğumuzda, kurtarılmak istediğimizde
uydurduğumuz şeyler…
jeep’in. dişlerin. bana aldığın kahve.
tabaktaki yarım sandviç.
uyanıp dondurma yedim karanlıkta,
ahşap sandalyeye yaslayıp sırtımı
yağmuru dinleyerek.
ayakkabılarını aldım ve kaldırmadım bir daha.
hastane, pardon kütüphanedeydik, yemek tariflerine bakıyorduk.
kâğıt yığınlarında kırmızı gözlü yarasalar uçuşuyordu. sen
uyuyakaldın, ben de senmişim gibi volta attım kaynakça kısmında.
hemşirelerin bulamadığı kitabı arıyordum.
siktir, kütüphanecilerin yani.
ve buldum kitabı,
istediğin panzehir vardı içinde
sikeyim sikeyim sikeyim sikeyim sikeyim sikeyim sikeyim
özür dilerim, deniyorum.
kaç günümüz kaldı ki senle acaba?
uzay gemisindeydik, sinyal yakalıyorduk yıldızlardan.
kâşifiyiz artık, dedin, keşfedilecek şeylerin.
ama çalıştıramadık gemiyi.
emekleye emekleye dolaştın boruların arasında, hiçbir sorun
bulamadın
ama duman geldi yine de bir yerlerden
dokunulmayacak kadar sıcaktı her şey artık.
ağlıyordun, merdiven boşluğunda pilav yiyordun.
gel, dedim, yapalım şu tatili yine de.
durgun ve parlaktı suyun yüzeyi.
sıcak yemek yerine kraker yiye yiye
cam fabrikasını gezdik.
öp beni, dedin, fotoğrafa dönüşmeden.
ayakların yanıyordu,
ellerimi koydum,
ellerim yanıyordu.
bir kutu hap almaya çalıştın ama engelledim yutmanı.
daha bile çok, dedin, sevecek misin beni ölüyken?
hayır, dedim ve toprağa fırlattım hapları.
bak şunlara, dedin, zümrüt gibiler.
seni kafese kapattım.
bir şekilde başardın kaçmayı
armut ağacının dallarından.
ağacı kestim ama bulamadım bir şey.
nehrin kenarında gelmeni bekledim.
gelmedin.
bekliyorum hâlâ.